Bölüm 28. Veda

140 10 21
                                    

Kasabadan ayrılmadan son olarak yapmak istediğim şey için aynanın karşısında hazırlanırken hissettiğim duyguların yansıması gözlerimde yerlerini almıştı. Üzerime giydiğim siyah bluz ve siyah pantolon bana ait değildi. Ailemle birlikte her şeyim yok olmuştu. Kızlar, alışveriş yapmamı istemelerine rağmen bunun için yeterli coşkuyu kendimde bulamadım. Eva’nın bana uyan vücut ölçüleri sayesinde onun kıyafetlerini giyebiliyordum. Şimdilik.

Ödünç alınmış kıyafetlerimin düzgün olup olmadığını son kez tararken feri gitmiş gözlerimle bir kez daha buluştum. Tüm olanlar üzerimde duran kıyafetler gibi geliyordu; başkasına aitlermiş gibi. Bana ait olduklarını hissettiğim acı olmasa reddedebilirdim.

Elizta’yı ne zaman hatırlasam içimde bir şeylerin çekildiğini hissediyordum. Yine o çekim vardı. Onun kanında boğulduğunu görmek istiyordum. İstemsizce gerilen dudaklarımla aynadaki aç bakışlı yaratıkla karşı karşıya kaldım. Kendimden korkarak başımı hızla çevirdim. İnsanlıktan mı çıkıyordum?

Kızların anlamlandıramadığım konuşmaları alt kattan geliyordu. Kapalı beyaz kapının tokmağını çevirerek günlerdir hiçbir gelişme göstermeden yatan babama yavaşça sokuldum. Solgun yüzünü bir süre inceledikten sonra alnına bir öpücük kondurdum.

“Merak etme, döneceğim. Seni seviyorum, baba.”

Gözümden akan yaş babamın yüzüne damlarken yavaşça doğruldum. Artık gitmeliydim, beni bekliyorlardı. Babamı burada, bu halde bırakmak kalbimi kırıyordu ama elimden hiçbir şey gelmiyordu. Son kez yüzünü inceledikten sonra hızla arkamı döndüm ve odadan çıktım.

Omuzlarımda hissettiğim ağırlığın nedenini bilmeme rağmen gidecek gücü kendimde bulamıyordum. Herkesi geride ama güvende bırakmak en iyisi olacaktı; tabii bu kadar korkak olmasaydım. Cesaretten fersahlarca uzakta olduğumun farkındaydım. Bilinmezliğin derin sularında hiç yüzme öğrenememiş biri gibiydim. Boğulmam ise artık an meselesiydi.

Liyana’nın hazırlıkları sayesinde Huan ve Sean için annemin mezarı yanında mezarlar hazırlanmıştı. En azından bu kadarını onlara borçluyduk; özellikle de benim yüzümden ölmüşlerken. Alt kata indiğimde hazır olan kızlar çıkmak için beni bekliyorlardı. Eva gerekli olacak eşyalarını toplamıştı ve arabaya yerleştiriyordu. Benim için fazladan giyecek ve birkaç temizlik malzemesi de koymayı unutmadılar. Daha sonra Rose ve Mina’nın da eşyalarını alacaktık.

Kızgın güneşin altında arabada ilerlerken başımı dayadığım camdan dışarıyı izliyordum. Kasaba mezarlığı, Truseiy lisesine on dakika kadar uzaktaydı. Mavi gökyüzüne bakarken içimde dolaşan ve nefes almamı güçleştiren duygularla baş etmeye çalışıyordum. Nasıl bu hale geldiğimize hala anlam veremeyen yanım uyuşukluğundan henüz kurtulamamıştı. Yabancısı olduğum bu duyguların arasında beni boğan suçluluk hissi yüzünden nefes alamıyordum.

Yeşil örtülerin bezediği geniş bir bahçe içinde yürümeye başladık. Burası, beyaz taştan yatakların karşılıklı sıralandığı ağaçlar içindeki bir yatakhaneye benziyordu. Korkuyla harmanlanmış huzurun kokusu havayı doldurmuştu. Ölüm sessizliğinin hâkim olduğu bu yatakhanede tek ses çıkaran bizlerdik.

Huan ve Sean’ın mezarları istediğim şekilde annemin mezarı yanına yapılmıştı. Sadece temsili olarak yapılan mezarlarda bedenler yoktu. Büyücü ateşi geride bir beden dahi bırakmadan onları benden almıştı. İçimdeki her bir duygu üzerime giydiğim renkten daha koyuydu. Akan gözyaşlarım hissettiğim acı ve boşluk hissine bir nebze olsun fayda vermiyordu.

Elimdeki karanfilleri sırayla üç mezarın üzerine bıraktım. Kızlardan sonra Liyana da çiçekleri bırakırken annemin mezarına bıraktığı ayçiçeği dikkatimi çekti. Küçük parmağı olmayan sol elini toprakta yavaş yavaş gezdiren Liyana, onu izlediğimi fark etti. Bakışlarım artık eline her takıldığında aklıma Elizta geliyordu. İçimde büyüyen öfkeyi hissediyordum.

“Ella’nın en sevdiği çiçekti.” dedi.

İçimdeki boşluk daha da genişledi. Annemi tanımıyordum. Babam onu anlatmaktan hep kaçındığı için nasıl biri olduğunu hiç bilmiyordum. Anneme dair sorular sormam babamı her zaman rahatsız ederdi. Üzüldüğünü gördükçe ben de üstelemezdim. Ama şimdi anneme yabancıydım. Rose gelip kollarımdan tutarak çömeldiğim mezar başından beni kaldırdı. Gitme vakti gelmişti.

Geldiğimiz yerden geri dönerken yapmak istediğim şeyi beynimde evirip çeviriyordum.

“Kasabadan ayrılmadan son kez evime bakmak istiyorum.” dedim arabaya binerken.

Görmeden gidemezdim. Olanları kabullenemeyen yanımı bu şekilde susturabilirdim belki.

“Tamam, biz de gelelim.” dedi Rose. Şoför koltuğundan başını uzatarak bana baktı.

“Siz geri kalan işleri halledin. Ben etrafa bakındıktan sonra Rose’da buluşalım.” dedim.

Rose, itiraz edecek gibi ağzını açınca Liyana araya girdi: “Bırakın biraz yalnız kalsın. Gündüz vakti bir şey olacağı yok.” dedi.

Minnetle Liyana’ya baktım. Kısa süreliğine de olsa yalnız kalmaya ihtiyacım vardı.

“Ama,” dedi Rose.

“Tamam Rose. Boşuna vakit kaybetmeyelim.” dedi Eva, Rose’un konuşmasına fırsat vermeden.

Rose suratını astıysa da önüne döndü ve arabayı çalıştırdı. Evin önüne gelene kadar kimseden çıt çıkmadı. Diğerlerinin ne hissettiğini bilmiyordum ama benim gibi birbirinden daha boğucu duygular arasında savruluyor olmadıklarını biliyordum. Evin girişine bırakıp gitmeden önce çok oyalanmamamı en az beş farklı şekilde tembih ederlerken yüzlerindeki gerginliği görebiliyordum.

Bahçe kapısı kapalıydı. Kapının önünde beklerken cesaret edip de eve bakamıyordum. Bakmama da gerek yoktu zaten; sessizlik her şeyi anlatıyordu. Havada yanık kokusu vardı ya da bana öyle geliyordu. Yavaşça elimi kapının parmaklıklarından içeri sokup sürgüyü açtım ve bahçeye girdim.

Bir zamanlar içinde mutlulukla koşturduğum ev enkaz haldeydi. Merdivenlerin olması gereken yer tamamen göçmüştü. Enkazın içinde sendeleyerek yürürken birbiri üzerine binerek yığın haline gelmiş eşyalara, kömürleşmiş geçmişime bakıyordum. Mutlu anılarım her bir taşın ve tuğlanın arasından başlarını uzatmış hüzünle beni izliyorlardı. Sadece geçmişimi değil geleceğimi de kaybedeceğimi bildiren bu yıkık dökük görüntüye kızgınlıkla, suçlulukla, özlemle ve minnetle bir süre baktım.

Elimle moloz yığınlarını karıştırırken çerçevesi kırılmış bir resim elime geçti. Babam, Huan, Sean ve benim olduğumuz resim, iki sene önce bir yaz günü bahçede piknik yaptığımız zamana aitti. Yeni bir acı dalgası bedenimi yalarken bir süre resmi inceledim. Hepimiz ne kadar da mutlu görünüyorduk.

İçimde babama karşı bir öfke hissettim. Beni bu kadar koruyup kollamasaydı, yollarımdaki taşları temizlemek için böyle çabalamasaydı, saklamak yerine hayatı öğretmiş olsaydı bu fotoğraftakiler şimdi yaşıyor olabilirdi. Şimdi, hiç bilmediğim bir dünyada yaşamaya çalışmak zorunda bırakılmıştım. En ihtiyaç duyduğum anda ise yoktu. Ne yapacaktım?

Tökezleyerek yığınların arasından çıkmaya çalışırken güneş ışıklarının vurduğu yerde parlayan bir şey dikkatimi çekti. Eğildim ve üzerindeki taşı kenara çektim. Yuvarlak bir dairenin içine L harfini andıran bir parçanın ustalıkla yerleştirildiği kolyeyi yavaşça çıkardım. Bakır rengindeki zinciri her an ellerimde dağılacak kadar narin görünüyordu. İlk defa böyle bir kolye görüyordum. Kimin olduğunu bilmiyordum. Zarar görmemesine dikkat ederken eski olduğu belli olan kolyenin L kısmı elimin çarpmasıyla kolyeden bağımsız olarak dönmeye başladı. Aklımda binlerce soruyla kolyeyi ve resmi yanıma alıp enkazın içinden yalpalayarak çıktım. Bahçe kapısını kapatırken bir günde yerle bir olan evimi arkamda bıraktım

———

Evet, sona geldik.

Hikaye hakkında düşünceleriniz mutlaka vardır ve ben bunları duymaya can atıyorum.🤗

AMİE - Gecenin GölgesiWhere stories live. Discover now