30/june/57

723 74 118
                                    

30 Haziran 1957


Albus

Oh, bu senin için alışılmadık bir şekilde haşinceydi. Bana karşı beslemiş olduğun bir kızgınlık mı seziyorum? Seni üzdüm mü? Yoksa bu karar vermen gerektiğinin bir korkusu mu? Seni rahatsız ediyor olmalı, ne de olsa özgür büyücülük dünyasının kendinden menkul liderisin. Yoksa Voldemort korkun mu huzurunu bozuyor? Ya da damarına basmış olmamın verdiği korku mu?

Ama bunları boşver. Sana bir hikaye anlatmak istiyorum, Albus.

Gecenin bir vakti, ta ki ay ufuktan aşağı yavaş yavaş süzülüp dar penceremin görüş alanından çıkana kadar, ince yatağımda tamamen uyanık bir şekilde uzanıyor, ki şu sıralar sıklıkla yapıyorum, hafızamda biriken anılar arasında yüzüyorum. Düşünselim yok, elbette ki—güvenilir eski saatim dışında sihirli herhangi bir eşya yok— ama yine de pek umrumda değil. Genellikle, tabii, aklıma ilk gelen şeyler— O'nu bulmadan önce sahip olduğum eski asam, ya da yıllar önce harap ettiğim Muggle evlerinin duvarlarındaki ince odun işçiliği, ya da küçükken sakladığım kurbağalar... Ve sıkça, kendimi avutmak için, belirli anıları zihnimde tekrardan yaşıyorum.

Güzel bir anımın olduğunu düşünmek istiyorum. Ancak bir Düşünseli'nin yanında bir hiç. Yine de buradayız—büyücülük dünyasının tüm o konforu, ve o konforlar olmadan nasıl yaşadığımın örneği. Bazen bazı anılarımı doğru hatırlayamıyorum, zihnimde net bir şekilde belirmiyorlar—ama yine de daimi hatırlatıcıların hafızayı güçlendirdiğini söylerler. Doğrudur, muhtemelen. Ama maalesef—ben bazı şeyler yine de unuttum.

Zayıflayan hafızama göre—Haziran sonu. Aberforth, Ariana ile birlikte içeride. Godric's Hollow'daki Muggleların kullandığı yel değirmeninden yaylana yaylana dönüyorduk, ırmağın kenarına doğru gidiyorduk, yanlış hatırlamıyorsam, kan büyüsünü nasıl geliştirebileceğimiz hakkında derin bir sohbete dalmıştık. Sonrasında yan yana oturduk, ayakkabılarımızı çıkarıp suya değecek şekilde sarkıttık, suyun ne kadar soğuk olduğunu hatırlıyorum, elinde gümüş bir bıçakla bana doğru dönmüştün—çok güzel ellerin vardı—ve Taş'ı bulacağımızı mırıldanıyordun, bulmamız gerektiğini söyledin.

Sadece bir damla kandan, merak ediyorduk, ne kadar büyük bir güç elde edebiliyoruz? Baş parmağını batırdın, ve boncuk boncuk kanamaya başladı, gün ışığının altında canlı kırmızı... Karşımdaki görüntü beni heyecanlandırıyordu. Kanının asamın ucunu renklendirmesine izin verdim, odunun üzerinde kurudu ve kayboldu, elimde hissettiğim o güç saçlarımı dalgalandırdı. Scheisse*—kolaylığından çok, birinin gerçekliğini ve kaderini kontrol edebilmenden bile çok, Muggleların güçsüz saçmalıkları bir yana, büyü hakkında işte bunu özledim. Hissettirdiği heyecanı ve korkuyu özledim. Sen, sen hâlâ ona sahip olmalısındır, sen her zaman çok güçlüydün, çok yetenekliydin, çok parlaktın. Vücudunun her zerresi adeta büyü ile yanıyordu, fazlasıyla üstün bir vücut—bunca yıldan sonra hâlâ o canlılığın farkına varıyor musun?

Ama—o anı. Oradaydık, asamda kanınla, ve küçük bir bilek hareketiyle havada bir oyuk açmıştım, çok güçlüydü. Ve sonra bana bıçağı verecek oldun, ama onu senin eline geri uzattım, ve sen baş parmağımın ucunu dikkatlice keserken ben yavaşça sana yaklaşıyordum.

Suyun üstünü benim kanımla birlikte ateşe verdin. Muhteşemdin, Albus.

Güldük ve notlar aldık, sonra, yavaşça ateşi yatıştırdık. Çoktan bu şanlı gücü en karanlık büyülerle birleştirmeyi hayal etmeye başlıyordum; sessizce nefesimin altından sihirli sözleri fısıldıyordum. Biz partnerdik, ne de olsa, şu ana kadar asla birbirimizde gizli olan o yüce gücü kullanmayı düşünmemiştik—kendi isteğimizle birbirimize verdiğimiz, kan, neler yapabileceğimizi biliyordun.

"İlk önce Taş," dedin.

Doğruldum, ve merakla sana baktım. "Neden?"

"Çünkü ona sahip olduğumuzda...sadece onların gölgeleri bile yeter, sadece onların gölgeleri..."

Omuzlarından dökülen saçları bir yavru kedi edasıyla okşuyordum. "Albus, mantıklı konuşmuyorsun."

Ne dediğini açıklamadın. Muhtemelen, düşünüyorum ki, anne ve babanın geri gelmesini istedin, bu sayede onlar Aberforth ve Ariana'ya bakabilirlerdi, ve sen de benimle kaçabilirdin, yanılıyor muyum?

Ne kadar düşünceli. Nadiren de olsa, sandığım kadarıyla, alay etmiyorum.

Bir süre boyunca önemsiz şeylerden konuştuk. Bu o günü düşünmemdeki sebep değil. Sürekli aklıma geliyor, çünkü; ayağa kalktın, birden bire, kucağıma çıkıp etrafımıza bizi gizleyecek tılsımlar yaptın.

Birimizin oturup bunları baştan aşağı, hepsini, yazıyor olması sence de olayları olduğundan daha uzun ve karanlık göstermiyor mu?

Birbirimize küçük çocuklar gibi sıkı sıkıya tutunmuştuk, eğer doğru hatırlıyorsam, yanımızdan dere akıp gidiyordu, sihir tarafından çevrelenmiştik, kuşların ve böceklerin sesi net bir şekilde duyuluyordu ve güneş adeta saçlarının arasında parlıyor, güçlü bir alev gibi gözükmelerini sağlıyordu, ilk defa beraber olduğumuz andı. Mükemmelliğe çok yakın bir belirginlikle hatırlıyorum, her ne kadar betimlemesi zor olsa da, küçük altın sarısı okuma gözlüklerini çıkarırken yarım ağız sırıtıyordun, bilinçsizce gözlük sapını dudaklarına doğru götürürken gözlerini bana kilitlemiştin, yalvarır bir şekilde bakıyordun ve gözlerinde açlık vardı. Ve sonra yavaş yavaş cübbeni çıkarmaya başladın, beyaz gömleğini çıkarmaya başlamıştın, güldüğümü hatırlıyorum, hâlinden korkmuştum ama oldukça neşeliydim, sana buranın yüzmek için çok sığ olduğunu söylemiştim.

O zamanlar çok güzeldin. Ben de öyleydim—karşındaki görüntünün tadını çıkarırken seni izliyordum. Muhtemelen, şu an, yaşlı, solmuş ve affedilemezizdir.

Çalıların yanında dolandık, cübbelerimizin üzerine uzandık. Neşeyle gülümsedin, sana her dokunduğumda parçalanacakmışsın gibi irkiliyordun. İkimiz de fazlasıyla beyaz ve solgunduk, haz ile yanıp tutuştuğumuzda kolay kızarıyorduk, sen neredeyse kendinden geçmişken yüzünü ellerimin arasında sıkı sıkı tuttuğumu hatırlıyorum, kalbimin göğsümün içinde bir ölüm perisi gibi çarptığını hissediyordum, çünkü o an sadece benimdin.

Elini tutmuştum, hatırlıyor musun? Bir elimle saçlarını geri atmıştım, diğeriyle de asla elini tutmayı bırakmıyordum, ve sen kusursuzca, tam anlamıyla benim için sertleşmiştin. Sana çığlık attırmıştım. Hatırlıyor musun? Yoksa hala çok mu utanıyorsun?

Nefes nefese kalmış bir şekilde yerinde kıpırdandın, başının üstünde tuttuğum ellerin çimleri okşuyordu, birazını çekiştirip üstüme fırlatmanla gülüştük—ama hiçbir şeyi yarıda bırakmazdık. Yalnızca birbirimize odaklanıp tekrardan cübbelerimizin üzerine devrildik, önümde eğilmenle saçların göğsüme doğru döküldü. Parmakların aşağımda sıkıca kenetlendi ve yavaşça kendini kaydırıp dudaklarını ucunda gezdirdin—

Sonrasında, çıplak vücutlarımıza tatlı yaz güneşi vururken her yerimiz çim ve çiçeklerle kaplı bir şekilde birbirimize bakıp çocuklar gibi güldük. Ama bir an vardı—beraber sırtımızın üstüne uzanmış yan yana yatıyorduk, başını kolumun üstüne koymuştun, ve "Şu bulut sarhoş bir hipogrife benziyor, ve şükürler olsun ki şu an Bagshot bizi göremediği için çok memnunum." demiştim ve sen de—

Unuttum.

Bu beni uyutmuyor, Albus. Sürekli kafamı kurcalıyor, düşündürtüyor. Bir keresinde bir hikaye dinlediğimi anımsıyorum, bir hayaletin en sevdiği şiirin son mısrasını unuttuğu, ve ta ki gezgin bir bilginin ona kalanını anlatana kadar huzura eremediği bir hikaye. Ve senin, eski dostum, bir düşünselin var.

Voldemort genci hakkında sana bildiklerimi anlattım. Bana borçlusun.

İyi dileklerimle,










*Scheisse kelime anlamıyla "bok", yukarıda ve diğer bölümlerde kullanılan ünlem anlamıyla "Siktir!"

thirty-five owls | grindeldore epistolary (çeviri)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin