1.4

535 42 15
                                    

Yaşamın Sesi: Ölüm

Beyaz kanayan bir mumun sarı yakarışında yağmuru dinlemekte olan kudretli bir beden, mezarına uzanan yorgun bir ölü gibi kıpırtısızca dinlenmekteydi. Demirden dövülmüşçesine sert kıvrımlarında bir ressamın öfkeli fırçası kol geziyordu. Hiçbir yumuşaklığa yer tanımayan bu yüzde, ucu sivriltilmiş bir kalemin karası geziyordu. Çocuklara mahsus bir hayalcilik yolda rast gelseydi bu yüze, parmaklarım kanar diye dokunmaktan cayardı. Sözgelimi bir bıçaktı bu yüz, kaşları beceriksiz bir elin çizdiği uzak dağlardı, bakışları avına kitlenmiş merhametsiz bir katil, bedeni nöbet geçiren bir hasta kadar sertti. Bir insanın kendisiyle bu denli baş başayken dahi rahat olmayışının katılığıyla derin derin soluyordu genç kadın. Göz pınarından akmayı bekleyen dolmuş suyun iç gıdıklayan ıslaklığına odaklanmış zihni, tavandan kendisini izliyordu. Duygudan ırak bu göz yaşında, felsefi bir denemenin izleri dolaşıyordu. Şüphenin dahi şüphesini taşıyan zihni, birkaç zamandır yüreğini hissetmekten dolayı düşünmemişti. Sorgulamadan uzak bu yaşantı şeklinin rahatsızlığı içindeydi. Hayatının her döneminde adımları hesaplıydı zira, beklentisi içinde olmadığı hiçbir durumla karşı karşıya gelmemişti. Satranç tahtasında bir usta kadar ileriye dönük hamle yapıyordu; böyle alıştırılmıştı ve buna karşı çıkmamıştı. Bir makine kadar sertti. Buna karşın zihnindeki yoğun şüpheden ve çelişkiden sıyrılamıyordu. Çözümü kendinin büyük bir kısmını kendine saklayarak, kimseye açmayarak, gizlenerek idame ettirmekte; diğer kısmını ise toplumun normlarına uygun hale getirerek hamlelerle sınırlamakta bulmuştu. Zihni ne zaman insanların içine girse onu zor duruma sokmaktaydı, zira insanların penceresi için fazla siyahtı. Gel gör ki Fahişe ile bu çelişki açığa çıkmıştı. Genç kadın kontrolsüzce hareket etmeye başlamış, satranç tahtasında rast gele hamleler yapmaya başlamıştı. Şüphesiz, pek çoğu için bir hamlenin ehemmiyetsizliğine sahip değildi Kavin. Hatayı kabul etmeyen, makineleşmekten sıyrılmayan, güvenli alanında yaşam gayesini en az yorgunlukla geçirmeye çalışan insanlardandı. Dışarıdan kimsenin fark edemeyeceği denli yorgun ve intihara meyilli bünyesi, zihnindeki çelişkili ölüm-yaşam sorgulamasında asılı kaldığı müddetçe rahatsız edilmemeliydi. Ne oradaydı, ne buradaydı. Bir yerlerde(?) olmayan bütünlüğü ne yaşamı ne ölümü hatırlatmalıydı ona. Kendi içinde bir dağ başında yapayalnız denek sıfatındaydı. Yaşam ona ölümü, ölüm ona yaşamı hatırlatacak ve bu çelişki içinde tutunamayışında boğulacaktı ve yine bu sorgulamadan çıkamayacakken ne nefes almaya ne de vermeye gerek yoktu. 

Elini göz pınarına götürdü Kavin. Kolunun hareketiyle sol masada yanan mum rahatsızca kıpırdandı. Bir o yana bir bu yana dönerken sabit bir yer bularak orada yanmaya devam etti. Kavin'in duvara yansıyan gölgesinde sert hareketlenmeler meydana geldi. Söz gelimi bir büyüdü, bir küçüldü genç kadın ve nihayetinde sönmeden tekrar olduğu duvarda sabitlendi. Var oluşuyla benzerlik kurduğu bu anda, parmaklarının ucuna baktı. Göz yaşı burada, yer çekimiyle savaşırcasına şişiyordu. Tüm ağırlığı aşağı çökerken düşündü Kavin:

"Bu göz yaşının nedeni nedir?" Mumun cızırtıları doldu ortalığa. Havadaki parçalarını yakıyordu, iğrelti bir gülümseme belirdi yüzünde. Zamanın tırnaklarını geçirip yırttığı derisini yakıyordu. "Bu göz yaşının nedeni nedir?" diyerek tekrarladı Kavin. İki parmağıyla ezmeye çalıştığı ıslaklığın anlamsızlığıyla gözlerini tekrar tavana dikti. "İnsan, her şeye karşın şüpheyle dolduğunda, sorgulamayla yoğrulan hamurunu pişiremiyor. Mayam tutmuyor pişmeye. Hep çiğ, hep tamamlanmamış bir cümle, hep devam eden yol olarak kalıyorum. Bir yere varamıyorum, sadece yoldayım bitmek bilmeyen.  Şu göz yaşı dahi büsbütün bir yol. Nedenini arıyorum. İlkin yüreğime dönüyorum. Paslanmış yollarından geçerken dişlerim kamaşıyor. Bakıyorum ama hiçbir şey göremiyorum. Oysa bir anlığına orada Fahişe olduğunu düşünmüştüm. Ne mümkün."

Kafasını arkaya attı bir anlık dermanla. Gözleriyle kitaplığını tararken kendine durumu açıklayacak alıntının olduğu kitabı aradı. En alt rafta kalınlığı ile gözüne çalınan kitabı elleriyle çekti. Pek çok notla daha fazla hacim kazanmış sırtına baktı usulca. Gözleriyle beğendiği kısımları işaretlediği noktaları tek tek açarak bulmaya çabaladı:

"Sevilmek, gerçekten sevilmek nasıl büyük bir yorgunluktur! Başkasının heyecanlarının yükü haline gelmek nasıl bir yorgunluktur! (...) Nasıl da yorucudur varlığımızın bir başkasının duygularıyla olan ilişkisinin esiri olduğunu hissetmek! Öyle ya da böyle, ister istemez bir şey hissetmek, gerçekte tam bir karşılık bile bulmaksızın, biraz da olsa sevmek zorunda olmak nasıl bir yorgunluktur!" * 300 

Kitabı parmaklarıyla kapattı genç kadın. Kapatırken cansız bir "İşte bu!" döküldü dudaklarından. Bir yandan, kendi durumunu açıklamak için hangi kitaptan nasıl bir alıntı alacağını bilmenin cansız, yanılgı dolu sevincini yaşadı. Diğer yandansa böyle dolu bir kitaptan yapacağı alıntının daha farklı olmadığına sinirlendi. Zira, sorgulamayı bir basamak sistemine tabii tutsaydı en alt kademede dahi yer almayacak kadar basit bulduğu bir kavram üzerinden sorgulama yapıyordu. Sevildiğini düşünüyor muydu gerçekten? Fahişe'nin gözlerindeki bakışı biliyordu, hayranlık uyandıran benliğinin onda meydana getirdiği ulaşılmazlığını biliyordu. Pek çok hormon salgıladığını biliyordu ama işte, buna sadece hormon derdi Kavin. İnsanların sırf basite kaçmak için kendini bir topluluk içinde hissetmelerine neden olacak kalıpsal etiketlerden ıraktı. Buna ne aşk, ne sevgi derdi. Hormondu. Kendisinde ise büsbütün bir yorgunluk geziniyordu. "Demek" diyordu, "o denli uzaklaştım zihnimden." 

Kitabı yerine koydu Kavin. Eski pozisyonuna gelirken tavanı seyretmeye devam etti. Mum, son bir cızırtı ile odayı karanlığa boğarken gölgesini yitirdi genç kadın. Elektrikler kesilmişti, mum bitmişti. Gözlerini zorlayarak evin çizgilerini sabitlemeye kalkıştı. Nafile bir çaba olduğu gerekçesiyle vaz geçti. Bu anda aklına Leyla geldi. Daha doğrusu, Leyla'nın aklına gelmeyişi geldi. Hemen ardından sıyrıldı bundan. Elbette gelmeyecekti! Kendi hayatını seçmiş bir kadındı o, çocuk değil. Kavin, ona yüklenen "abla" sıfatının mecburiyeti içinde üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmişti. Yükten kurtulmuştu. Gerisi Leyla'ya kalmıştı. 

Yattığı yerden doğruldu Kavin. Handiyse rahatlamış hissediyordu kendini. Zihnindeki boş yüklerden arınmış, bu yüklerin bir daha zihnine dolmayacağından emin Alzheimer hastası gibiydi. Öyle ki hafifçe gerindi yerinde. Bir mum almak için mutfağa doğru ilerlerken adımlarının dikkatsizliği üzerinde durmadı. Nereye çarparsa çarpsın düşmeyeceğini biliyordu. Fakat tam bir mum bulmuşken, niçin mum yakması gerektiğini düşündü. Madem düşmeyecekti yere, o halde karanlığı aydınlatmanın ne önemi vardı? 

Elindeki mumu bıraktı Kavin. Ancak karanlığın tehlikesi aydınlık düşüncesini uyandırırdı. O halde, karanlığa sığınmalıydı Kavin. Ancak ölümün tehlikesi yaşam düşüncesini uyandırırdı. O halde ölmeliydi yahut kayıtsızlaşmalıydı. Yaşam demek, Leyla idi, aile idi, Fahişe idi, iş idi, her şey idi. Temas ettiği, etkilenip tetiklediği her şey. O halde, görünmez kılmalıydı varlığını. 

"Daha nasıl?" dedi Kavin. "Daha nasıl görünmez olabilirim?"

"Kendine dahi görünmez olarak." dedi bir ses. Ardını döndü Kavin. Hiçlikle karşılaştı. Derin bir soluğu içine çekerken ayağının altında yuvarlanan mumun, yağmura eşlik eden sesini işitti. Boğazından bir hırıltı gelirken soluğunu tuttu genç kadın. Bir tek yağmur vardı şimdi. Bir de karanlık. 

Kavin yoktu. 


*: Fernando Pessoa - Huzursuzluğun Kitabı

FAHİŞE'NİN AŞKI (Tamamlandı)Where stories live. Discover now