29

27.9K 2.3K 315
                                    

Kırık bir ruhun sızan damlalarında arıyordum bir şeyler. 

Arafta sesler yoktu. Bunu ancak oraya gerçekten girenler anlardı. Ses yoktu, kendi sesinden başka hiçbir ses yoktu. 

Bir süre sonra insanın asıl katilinin kendisi olduğunu anlamıştım. Onlar size bir bıçak veriyordu. Bıçağı sözleriyle, bakışlarıyla ve davranışlarıyla bileyliyorlardı. Can ruhtan çıkınca suçlusu siz oluyordunuz ama.

Ölüm hep çok merak ettiğim bir olguydu. Ucuna, kıyısına yaklaşıp da tadamadığım bir şeydi. Gerçekten geçer miydi tüm acılar ölünce? Tanrı o zaman merhamet eder miydi biz aciz kullara? Dünyadaki bu kadar insan, bir gün gerçekten huzura kavuşur muydu?

Çok mu abartıyordum? Bazı geceler durur ve dertlerimin ne kadar küçük olduğunu düşünürdüm. Şükürsüzsün. Ortaokul rehberlik öğretmenimin söylediği bu sözü hiç unutmazdım. Şükürsüz. İnsan acı çektiği için şükürsüz mü olurdu? Sırtımda sıcak bir ceket, önümde güzel bir yemek vardı. Ben buna, hep şükretmek zorunda mıydım? Acı çekmek de bir nevi ihtiyaç değil miydi?

Acı çekmeme bile kızmışlardı.

Soğuk bir avuç suyu beti benzi atmış yüzüme sertçe çaptım. Şükürsüz değildim ben. Sadece canım acıyordu ve buna katlanamıyordum.

Tekrar çarptım. Sözleri kulaklarımdan silmek ister gibi suyun sesini dinledim bir süre.

Musluğu kapatıp aynadan kendime baktım. Çökmüştüm. Kenardaki havlulardan birini aldım ve yüzümü kuruladım. Dolap kapağını açıp içinden bir nemlendirici çıkardım ve soğuktan yara olmuş birkaç yere yedirdim iyice. Kapatıcıyı da aldım kenardan, annem burda unutmuş olmalıydı. Baran ve Karam abinin beni dün nasıl gördüklerini bilmiyordum ancak bu halde karşılarına çıkmak istemiyordum. Göz altlarıma kapatıcıyı yedirdim ve dudak kremini de sürüp saçlarımı ördüm. 

Banyodan çıktıktan sonra alt kata indim uyuşuk, ölü adımlarla. Mutfaktan sesler geliyordu. Evin ölü havasından derince içime çektim ve cesaretimi toplayarak kapıdan içeri geçtim.

Karam abi ve annem kahvaltıyı hazırlıyordu. Birkan abi çatal kaşıkları koyuyordu. Bugün havada yağmur vardı. Dışardan gök gürültüsünü duyabiliyordum. Annem dalgındı. Kestiği domatesleri yavaşça kaba koydu ancak iki tanesi tezgaha düştü. Yüzünü buruşturup onları almaya çalışırken Karam abi onu durdurdu.

''Dur abla, elini keseceksin.'' domatesleri aldı ve kenara ayırdı. ''Otur hadi sen bir şey kalmadı. Baran da gelmek üzeredir.'' der demez kapı çaldı.

Birkan abi kapıya döndüğünde beni gördü. ''Hoş geldin Gök.'' dedi gülümseyerek. Gülümsüyordu ancak yorgunluğunu anlıyordum yüzünden.

''Hoş buldum,'' dedim annemler de bana dönerken. ''Kapıya bakayım ben.'' onlar cevap vermeden arkamı döndüm ve kapıya gittim hızla. Hava soğuk olmalıydı ve onun üşümsesini istemiyordum. 

Kapıyı açtıktan sonra Islanmış Baran'ı elindeki meyve suyu kutusunu tutarken buldum. Yüzüne yapışmış saçları ve ıpıslak montuyla baya üşümüş olmalıydı. Hemen kenara geçtim içeri gelsin diye.

''Günaydın.'' dedi dişlerini titretip. Normal konuşuyordu. Sormak istemiyordu bir şeyleri ancak gözleri dolaşıyordu yüzümde endişeyle. ''Birden bastırdı yağmur, anlamadım ne olduğunu.''

''Çok ıslanmışsın.'' dedim hemen elindeki kutuyu alıp kenara koyarken. ''Montunu çıkar hadi, odamdan sana uygun kazak bulalım.''

''Benim bedenime uygun bulabileceğini hiç sanmıyorum Gök.'' dedi alayla. ''Ben biraz senin üç katın falanım da.''

GökyüzüWhere stories live. Discover now