24-Karmaşa

4.3K 288 25
                                    


Mete oturduğu yataktan büyük bir hışımla kalktı ve Berk'i kolundan tuttuğu gibi içeri çekip kapıyı kapattı.


Öyle öfkeliydi ki, yüzünün kasılmasından tüm damarları ortaya çıkmıştı. Art arda soluduğu nefesini kontrol edemezken, hayal kırıklığı dolu gözlerini Uzay'a dikmiş olan gencin yakasına yapıştı ve bağırmaya başladı.

"Ne işin var lan senin burada!"

Gözleri git gide yaşlarla dolarken, yüreğindeki tarifsiz sızı Mete'ye öfkelenmesine dahi engel oluyordu. Ne öfke ne de nefret. Hissettiği şeyin bu ikisiyle alakası yoktu. Hissettiği şey acı da değildi çünkü daha önce acı çekmişti. Uzay'ı bir daha göremeyeceğini düşündüğünde çok acı çekmişti fakat bu hissettiği, o acıya muhtaç kalmasına neden oluyordu.

Ela gözleri, Mete yokmuşçasına donakalmış siyahlara bakarken "Bırak." dedi titreyen, çaresiz sesiyle.

Mete bir elini boğazına götürüp diğer eliyle de çenesini sıkmaya başladı. Yaptığı bu hareketle Berk gerilemeye çalışsa da başarısız oldu.

"Eğer çeneni kapalı tutmazsan, eğer bu gördüklerini birine söylersen kırılan tek şey kalbin olmaz. Anladın mı beni lan? Anladın mı!"

Berk öylece Uzay'a bakıyor ve Mete'nin ona zarar vermesine izin veriyordu. Kendini savunabilirdi ama yapmıyordu. Elleri bomboş bir şekilde iki yanında sallanıyordu. Uzay'ın bu anı, bakışlarını kafasına kazımasını ve bir daha hiçbir zaman unutmamasını istiyordu.

Çünkü bir katilin, ilk kurbanını unutmaması gerekirdi.

Mete ellerini Berk'ten çekti ve ittirerek "Şimdi siktir olup gidiyorsun!" diye bağırdı.

Hiçbir tepki vermeyip şoka girmiş bir vaziyette olup biteni izleyen Uzay'a bakmayı sürdürürken ağlamamak için dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı.

Gözleriyle 'ben bunu hak etmedim' dercesine birkaç saniye daha baktıktan sonra odadan çıkıp koşturarak evi terk etti.

Apartmanın dışına çıkıp köşeyi döndükten sonra ruhu daha fazla dayanamadı ve güçsüz düşerek adımlarını durdurdu. Elini duvara yaslayıp derin bir nefes almaya çalıştı fakat nefesi boğazına düğümlendi. Düğümlenen nefesi, kendini ağzından dökülen çaresiz bir hıçkırışa dönüştürdü. Gözyaşlarına daha fazla hakim olamadı ve kendisini serbest bırakıp durmaksızın ağlamaya başladı. Uzun, soluksuz bir sancı elleriyle yüreğini parçalara ayırıyormuş gibi hissediyordu.

Hayal kırıklığı, acıdan daha kuvvetli bir duyguydu çünkü kırıklar ruha saplanıyordu.
**

Mete sinirden titreyen ellerini birbirine bastırarak titremesini engellemeye çalışırken, gözlerini sıkıca yumdu ve derin bir nefes aldı. Sakinleşmeye çalışıyordu ama bir türlü başaramıyordu.Gözlerini açtı ve kafasını elleri arasına almış Uzay'a baktı.

"Umarım bu piç kurusu ağzını sıkı tutar." dedi sesindeki bariz siniri saklamayarak.

Uzay ellerini kafasından çekti ve kasılan yüz hatlarının aksine yorgun olan gözleriyle mavileri nişan alıp konuşmaya başladı.

"Git buradan." dedi sesindeki ürkütücü sakinlikle.

Karşısındaki genç adamın ağzı aralanmıştı ve anlamsız bir ifadeyle kaşlarını hafifçe çatmış gözlerini hızlıca kırpıştırıyordu.

"N-ne? Hiçbir yere gitmi-"

"SANA GİT BURADAN DEDİM!"

Sesi öyle sert ve yüksekti ki, Mete istemsizce birkaç adım geriledi.

Önce mavilerde kırgınlık belirdi, daha sonrasında bunu göz önüne sermek istemeyerek kırgınlığını afallamış bir ifadeyle değiştirdi ve yukarı kalkmış kaşlarıyla birkaç saniye öylece bakakaldı. Ardından tüm öfkesiyle odanın kapısını çarparak çıktı.

Koridorda şaşkın bir şekilde duran, Uzay'a çok benzeyen kadınla karşılaştığında öfkesinin bir miktar azaldığını hissetti. Birkaç saniye duraksadıktan hemen sonra sokak kapısına ilerledi ve evi terk etti.

Neler olduğuna anlam veremeyen kadın, oğlunun odasına girdi ve bir şeyler öğrenme isteğiyle konuşmaya başladı.

"Ben onun burada olduğunu bilmiyordum. Berk gelince odanda olduğunu söyledim, bilseydim söylemezdim. Sanırım kötü şeylere yol açtım."

Uzay kafasını elleri arasından kurtardı ve mahcup bir ifadeyle bakan annesine döndü.

"Senin bir suçun yok." dedi ve devam etti. "Kimsenin suçu yok, ben hariç."

"Anlatmak ister misin?" diye sordu annesi.

Uzay kafasını olumsuz anlamda salladı ve "Biraz kendi başıma kalmaya ihtiyacım var." diyerek annesinin çıkmasını sağladı.

Bir şeyler kafasına yeni yeni dank ediyordu ve bu kendinden nefret etmesine neden oluyordu. Berk ile arasındaki duruma bir son vermeden Mete'yle bir şeyler yaşamaya başlamıştı. Hem Berk'e, hem Mete'ye ihanet etmişti. Fakat Mete konusunda vicdan azabı çekmiyordu çünkü tüm bunların nedeni oydu. Onun yaşattığı çaresizlik yüzünden Berk'e gitmişti.

Yine de, hiçbir bahane suçlu olduğunu değiştirmiyordu. Ve tam şu an düşünmesi gereken kişi Berk iken, zihnindeki mavilerden ayrılamıyordu. **

Genç adam, durmadan evin içinde dönüp duruyordu. Kafayı yiyecekti, düşünmekten kafayı yiyecekti. Uzay'ın ona bağırışı kulaklarında yankılanmayı bir saniye olsun bırakmıyordu. Ve kafasındaki asıl soru;

Berk'in, o saatte, orada ne işi vardı?

Hesap sormak istiyordu. Berk'in gözünün içine baka baka 'Uzay benim ve hep benim kalacak.' demek istiyordu. Uzay'ın etrafındaki, ona o gözle bakan her insanı ezip geçme isteğiyle dolup taşıyordu.

Peki ya Uzay, Berk'i istiyorsa? Sonuçta Berk'e kötü davrandığı için Mete'yi kovmuştu ve Berk'in rahatça evine gelebiliyor olması maalesef ki tek bir kapıya çıkıyordu.

Ya aralarında bir şey varsa?

Düşüncesi bile titremesine neden oluyordu, Uzay'ı yeni kazanmıştı ve tekrar kaybedemezdi. Hem deli gibi gidip konuşmak istiyor, hem de bağırıp kovduğu için uzun bir süre yüzüne dahi bakmak istemiyordu.

Ama onu görmek için aklında beliren tüm bahaneleri uygulamaya hazır hissediyordu. Tek bir saniye bile ondan ayrı kalmak istememesi normal miydi?

Fakat, bir hiçmiş gibi bağırılarak kovulmasına gerçekten kırılmıştı.

Düşüncelerinin dağılması için kendini yatağın üzerine bıraktı ve dizüstü bilgisayarı kucağına alıp birkaç video izlemeye başladı.

Dakikalar birbirini kovalarken aklında tek bir kelime dolanıyordu.

Uzay.

Pes edip dizüstü bilgisayarı kapattı ve düşüncelerine yenik düşerek ayaklarının onu istediği yere götürmesine izin verdi. Evden çıktı ve Uzay'ın evine giden yolda yürümeye başladı. Adımları kimi zaman aceleci davranıyor, kimi zaman da ürkek bir tavırla yavaşlıyordu.

Kendi mahallesinden ayrılmıştı ve semtin neredeyse en ıssız yoluna girmişti. Cızırdayan bir sokak lambası dışında sokağı aydınlatan hiçbir şey yoktu. Çakıl taşlarıyla dolu uydurma bir yol ve yolun diğer tarafında büyük bir ormanlık alan vardı.

Gelen ayak sesleri üzerine kafasını incelediği ağaçlardan çekti ve Uzay'ı görmesiyle beraber olduğu yerde durdu. Aynı şekilde Uzay da paniklemiş bir şekilde duraksadı.

Uzay, heyecanlandığında yaptığı o meşhur hareketini yaparak elleriyle oynamaya başlamıştı ve karşısındaki genç adama bakamıyordu.

Mete tam tersi gözlerini, cılız ışığın aydınlattığı tanrısal yüzden çekemiyordu.

Birkaç adım daha ilerleyerek Uzay'a yaklaştığında ikisinin de gözleri birbirini bulmuştu. Aynı anda ağızlarını aralayıp kapattılar ve birkaç saniyelik duraksama sonucu aynı anda aynı soruyu sordular.

"Ne işin var burada?"

Daha sonra yine birkaç saniyelik sessizlik oluştu ve cevap alamayacağını anlayan Mete, soruyu kendisi cevapladı.

"Eee, yü-yürüyüş yapayım dedim ben. Kilo aldım da sanki biraz ondan kilo vereyim diye yürüyüş yapayım dedim. Bir de şey hani sağlıklı yaşamak gerekiyor sonuçta insanların başına neler geliyor? Hepsi sağlıksız yaşamdan."

Saçmaladığının bilinciyle içinden kendine söverek yüzünü buruşturdu. Yalan söylemek konusunda dünyanın en beceriksiz insanıydı. Ve bir anda karşısına Uzay'ın çıkmasıyla yaşadığı heyecan elinin ayağının birbirine dolanmasına neden oluyordu.

"Sen?" diye sordu yükü kendi üzerinden atmış olmanın rahatlığıyla.

"Ben de," dedi Uzay. "Yürüyüş."

İkisinin de birbirlerinin evlerine giden yol üzerinde yürüyüş yapması ne kadar ironikti, değil mi?

Tekrar sessizliğe bürünmüşlerdi ve Mete kafasını kurcalayan soruları daha fazla dayanamayarak sormaya karar verdi.

"Berk'in, senin evinde bu saatte ne işi vardı? Ve sırf o orospu çocuğuna haddini bildirdim diye bana niye öyle davrandın?"

"Berk benim arkadaşım ve hatırlar mısın bilmiyorum ama sen hayatımı sikerken yanımda o vardı."

Mete bir anlığına tüm o davranışlarının nedenini anlatmak istedi. Babasını, babasının erkek arkadaşının ona yaptıklarını ve annesinin sırf babasının sapkınlığı yüzünden öldüğünü anlatmak istedi.

Ama kelimeler dilinin ucuna varamadan intihar etti.

"Sikerim arkadaşlığını onun. Lan çocuk sana bildiğin abayı yakmış arkadaşlıktan bahsediyorsun. Ne kadar samimi arkadaşlığınız varsa akşamın dokuzunda elini kolunu sallayarak evine gelebiliyor işe bak." sesindeki sinir git gide kendini belli etmeye başlıyordu.

Uzay bıkkın bir tavırla Mete'ye bakarken "Karşıma geçip bunun için bana hesap sorabileceğini, beni suçlayabileceğini sanıyorsan sana ufak bir hatırlatma; tüm yaptığın pisliklere rağmen ben seni affettim."

Haklıydı, hem de sonuna kadar haklıydı. Yaptığı onca şeyden sonra Uzay'ı suçlamaya, ona hesap sormaya hakkı yoktu.

Mete'nin yüz ifadesi yumuşarken, yere bakan genç adamın çenesine hafifçe dokunarak kendi gözlerine odaklanmasını sağladı.

Bakışlarının birbirlerine değdiği her an, ruhlarının kucaklaştığını hissediyorlardı.

Çenesindeki elini, yanağına götürüp, pürüzsüz teni yavaşça okşamaya başladığında Uzay gözlerini kapattı ve nefesinin titremesine engel olamadı.

Bir dokunuş ne kadar mucivezi olabilir bilmiyordu fakat günün tüm karmaşasından sadece ufak bir dokunuşla kurtulmuştu. **

Arkadaşlarının muhabbetinden sıkılmıştı ve birkaç saat önce yediği mangal etleri midesini bulandırmaya başlamıştı, bu yüzden uzaklaşmaya karar verdi ve ıssız ormanın içinde yürümeye koyuldu.

Temiz havanın mide bulantısına iyi geleceğini umarak derin derin nefes alıyordu. İlerledikçe, yolun kenarında duran iki insan silüeti gözüne ilişti. Biraz daha yaklaşınca onları tanıdığını fark etti ve meraklı bakışlarla süzmeye başladı. Ne dediklerini anlamıyordu fakat birbirlerine haddinden fazla yakınlardı. Yolun ilerisinde duran aracın arkasına sığınarak görüş açısını netleştirdi ve neler olup bittiğine anlam vermeye çalıştı.

Mete, Uzay'ın elini alıp kendi yanağına koydu ve ikisinin de bakışlarındaki his yoğunluğunu anlamak hiç de zor değildi.

Ağzı şaşkınlıktan aralanırken gördüğü görüntüyü reddetmeye çalışıyordu ama her şey apaçık önünde seriliydi.

Genç adam yanağındaki eli hafifçe öne çekerek uzun bir öpücük konduruyordu ve bu sırada onları izleyen kişinin aklında bir şimşek çaktı. Aceleyle telefonunu cebinden çıkardı ve kamerayı açtı. Görüntüyü yakınlaştırdıktan sonra fotoğrafı çekme tuşuna bastı fakat sesi açık unutmuştu. Panikle kendini iyice sakladı ve telefonu cebine koydu.

Mete, belli belirsiz duyduğu sesle beraber aniden kendini Uzay'dan çekti ve paranoyak bir tavırla etrafına bakmaya başladı.

"N'oluyor?" diye sordu Uzay şaşkınlıkla.

"D-duydun mu? Ses geldi. Fotoğraf çekme sesiydi."

Etrafında dönüp duran gence yaklaştı ve omuzlarından tutarak kendine çevirdi.

"Fotoğraf çekme sesi falan gelmedi. Gelse ben de duyardım. Ayağımız taşa sürtmüştür muhtemelen." dedi ve Mete'nin yüzünü elleri arasına alarak ona güven vermeye çalıştı. "Sakin ol, burada bizden başka kimse yok."

Korkusunun yavaş yavaş silindiğini hissederken odağı Uzay'ın dudaklarına kaymaya başlamıştı. Öyle güzeldi ki dudakları; kırmızı, biçimli, öpülesi. İnsanı her hareketinde kendine davet ediyordu.

Dudaklarının bir mıknatıs misali onun dudaklarına çekildiğini hissettiğinde, her ihtimale karşı tedbirli olmaları gerektiğini düşünerek yakalarından kavradı ve ağaçların içine çekti.

Şimdi daha güvende hissediyordu ve onu istediği gibi öpebilirdi. Ellerini sıcacık olan boyuna yerleştirerek Uzay'ın dudaklarını, dudakları arasına aldı.

Ve her öpüşünde onu sarhoşluğa sürükleyen adama yavaş yavaş kendini teslim etmeye başlıyordu.

homophobiaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin