on beş

2.1K 113 49
                                    

Parti hayatımda ilk defa gördüğüm ve muhtemelen de son kez olacak olan dev bir villada. Sanırım villa demek burası için hafif kalır. Girişindeki dökümlü kapısı, 15 kadar arabanın park edebileceği büyüklükteki otoparkı, süs havuzu, spor havuzu, kokteyl masalarıyla donatılmış terasıyla paha piçilemez güzellikte bir köşk... Gördüğüm her ayrıntı şaşkınlıktan deliye dönmeme sebep oluyor.

"Ağzını kapat diyeceğim ama, ben de deliriyorum sanırım." diyor Nancy. Bu devasa site karşısında eriyip gidiyoruz.

"Kimin eviydi?" diye soruyorum. Sonra da bu kadar zenginken devlet okulunda ne işi olduğunu merak ediyorum.

"Şu İtalyan çocuğun sanıyordum. Ama artık Leonardo DiCaprio'nun olduğunu düşünüyorum." kendi esprisine kıkırdadığında, espriye değil de ona gülüyorum.

İtalyan çocuk, hangisiydi?

Devasa otoparkın bir yerine arabamı park ediyorum. Çantalarımızı alıp nereden gireceğimizi bilemeden yürüyoruz. Nancy bir sağa bir sola bakıyor. Ben de o daha iyi biliyordur diye peşinde dolaşıyorum.

"Sanırım kapıyı bulamayacağız." dediğimde Nancy gülüyor. Hak verircesine başını sallıyor.

Biraz yürümeye devam ediyoruz. Ensemde ürperti hissedip arkamı döndüğümde bir çocukla karşılaşıyorum. Bu beni korkutuyor çünkü onu tanımıyorum ve dibimize kadar sessizce gelmiş olması pek hoş görüntü sunmuyor.

"Müziğe kulak ver tatlım. Müziğe..." diyor yumuşak sesiyle. Elimi göğsüme götürüp derin nefes alıyorum. Nancy de korkmuş küçük bir çocuğu andıran çığlığını basıyor.

"Siz aptal mısınız?" bu ses tonu gerçekten korkmuş Latin Nancy'den başkasına ait olamaz. Korktuğu için aynı zamanda sinirli ve her an durdurulamaz bir patlama yaşayabilir.

Sarışın küt saçlı oğlan, beni korkutan, beyaz dişlerini gözler önüne seriyor. İtiraf edebilirim gülümsemesi Froy'unki kadar etkileyici. Yanındaysa koyu tenli, kısa kesilmiş kıvırcık saçlı ve kesinlikle Froy cosplayinden daha uzun biri var. Onu tanıyorum. Şu basketçilerden. Theo? James? Hayır durun, bu Mark. Koyu tenliler hep Mark olmaz mı zaten?

"Ne komik değil mi?" diye çıkışıyorum ellerimle onları alkışlarken. Mark yüzüme tuhaf tuhaf bakıyor. Kalın kaşlarını çatmış sanki bir şeyi anlamlandırmaya çalışıyor gibi.

"Sasha?"

"Mark?"

"Kızım," etrafımda dolaşıp saçlarıma dokunuyor. Bu başta biraz rahatsız edici ama sonradan sanki buna ihtiyacım varmış gibi hissettiriyor. "Cennet gibi olmuşsun." beklemediğim bir iltifatı aldığım için şaşırıyorum. Suratım şekilden şekle giriyor ve ister istemez gülümsüyorum.

"Umm," omuz silkiyorum. "Sağ ol Mark." Geri çekiliyor. O çekilince arkasındaki sarışın oğlanın bana baktığını görüyorum. Pürüzsüz ve kemikli oldukça etkileyici bir yüzü var. Tıpkı Evans'ınkiler gibi olan mavi gözleri iri görünüyor ve bu ona güzel bir imaj veriyor. Ben onu incelerken o bana göz kırpıyor. Hemen bakışlarımı çeviriyorum.

"Rica ederim. Haydi gelin bu taraftan."

Mark ve sarışın çocuk önümüzde, biz arkada, sulanmış çimenlerin arasına dizilmiş taşlardan ilerliyoruz kokteyl masalarının olduğu terasa. İçeride ışık görünmüyor. Sadece müzik sesi ve birkaç çığlık geliyor kulaklarımıza. Bir ara Nancy eğilip oğlanın adını soruyor ama ona bilmediğimi söylüyorum. Ayrıca gerçekten hoş bir tip olsa da umrumda olmadığını belirten bir yüz ifadesi takınıyorum.

"Biraz önce aplak gibi kesiyordun çocuğu Sash." Bana göz deviriyor ve devam ediyor; "Tabii senin Evans'ın var."

Susması için işaret parmağımı dudaklarıma götürüyorum. Sonra da sırıtıyorum. Çünkü evet, benim Evans'ım var.

Parti alanına sonunda girmeyi başardığımızda beklediğim manzaradan daha farklı bir şeyle karşılaşıyorum. Burası aşırı kalabalık. Herkes kafayı bulmuş hâlde. Kimi yerde ölü balık gibi yatıyor, kimi duvarlara ya da birbirine sürtünüyor, müzik son ses olmasına rağmen avaz avaz bağıranlar... Savaş alanı gibi bir parti. Halbuki hayalimde düzgün bir yetişkin partisi vardı.

İğne atsan yere düşmez dedikleri topluluğa girdiğimizin beşinci saniyesinde Nancy ve diğerlerini kaybediyorum. Islak ve cidden pis kokan vücutlar arasından sıyrılmaya çalışarak bar tezgahına yöneliyorum. Burası gerçekten inanılmaz bir yer. Eğer aptal liseliler tarafından hazırlanmamış bir parti olsaydı, muhtemelen her şey daha hoş olurdu diye düşünüyorum. Çünkü mekan geniş, dekorasyon mükemmel ve Tanrım, burası gerçek bir bar gibi.

Barmen kılığındaki beyaz tenli adama bakıyorum. Bir şeyler içmek istediğimi anladığı gibi yanımda bitiyor.

"Şu raftaki," elimle rafı işaret ediyorum. "En ağır şeyi istiyorum." diyorum. Elindeki havluyu omzuna atan genç adam dirseklerini tezgaha koyup yüzüme yaklaşıyor.

"Kimliksiz içki veremiyorum Bayan."

Gerçekten asla normal bir insan denk gelmeyecek değil mi?

Ukala barmene sırıtıp ben de onun yüzüne yaklaşıyorum "Buradaki herkesten daha reşit olduğumdan eminim. Şimdi lütfen, legal işleri bırakalım ve bana bir bardak Peroni yolla."

Barmen sanırım daha fazla uğraşma gereği duymayıp bana bir bardak İtalyan birası dolduruyor. Bunu içmek istiyorum, çünkü kafamdan silmeyi istediğim en çok şey bugün oldu. Rahatlamanın bir yolu varsa, bu olmalı.

Gece yarısı Evans'ın kaçık bir suçlu olabileceği ihtimalini öğrendim. Ve bu ihtimal, az buz bir şey değil. Yüzde doksan civarı. Evet büyük bir hata yaptım, telefonunu izinsiz karıştırdım. Ama belki de görmem gerekiyordu. Belki sıradaki kaçırılacak kız bendim. Bilincine varmam gerekiyordu, şimdi de kendimi korumam ve ondan olabildiğince hızlı uzaklaşmam gerekiyor.

Artık her şey bambaşka. O pembe Profesör aşkım, kapkara bir deliğe sürüklendi. Arkasında milyon derece tehlikeli işler döndüğü bir adamla birlikte olamam. Yapamam, çünkü canımı seviyorum. Ölmeyi ya da eziyeti göze alamam. Hiçbir şey için, kimse için alamam.

Sadece içimde bir fısıltı var. Chris'in masum olduğuna dair. Onu zorladıklarını düşünen bir ses... Şu kadar geçen gün boyunca telefondaki kişiyi reddetmeye çalışması geliyor aklıma. Belki de bu işi gerçekten keyfince yapmıyordur, diye düşünmeden edemiyorum. Acaba hiç kız kardeşi var mıdır? Eğer varsa, bu şeyler onların başına gelmiş olsa ne hissederdi? Tıpkı şimdi yaptığı gibi göz yumabilir miydi? Ya da bu boktan işe girebilir miydi?

İçeceğimden büyük bir yudumun boğazımdan geçmesini bekliyorum. Kafamda onlarca soru işareti, kalbimdeki derin kırıkla beraber yavaş yavaş siliniyor. Uçuyorum ya da uçtuğumu sanıyorum.

Kalabalık arasında gözlerim Nancy'yi arıyor. Mark'ı bir çiğ yumurtayı Kevin'ın kafasında patlatıren, Olly ve Oleg ikizleri birbirlerinin sırtına çıkarken, şu bizim sarışın oğlanı da bir kızı öperken görüyorum. Ah, o kız Nancy. Bu kadar hızlı olmasını beklemediğim bir olay daha...

Gözlerimi yeniden tezgahtaki bardağıma çevirecekken başka birini görüyorum. Bu ortamda asla görmediğim, ama kesinlikle daha önce gördüğüm biri. Soluk beyaz tenli, yaşına uygun olmayan şu ortamda dolanan bir adam. Üzerinde yeşil polo yaka tişörtü var. Altına da kot pantolon giymiş.

Kanım donuyor. Ben donuyorum. Ve sanki zaman duruyor. Tam karşımda, elinde bir kadeh viskisiyle yeni çıkan top sakalından dolayı tanınmayacağını sanan Yanus Schmid duruyor. Kadehini bana uzatıyor ve başıyla selam verirken dudakları arasındaki altın dişi parlıyor.

hikaye nereye gidiyor hiçbir fikrim yok wşsğwşsp
ver Allah ver devam ediorz işte
umarım beğenmişsinizdirr<3

Russian || Chris Evans (BİTTİ)Donde viven las historias. Descúbrelo ahora