2.1 | parlak ışıklar

908 120 10
                                    

Alyss, parmaklarını kestiğini çok sonra fark edeceği kadar ağır poşetler taşıyarak hanının yer aldığı sokağa giriyordu.

Alışveriş yapabilmek adına çok erken kalkmıştı lakin bundan şikâyetçi değildi. Büyükannesi ona çocukluğundan beri erken kalkanın yol alacağıyla ilgili bir şeyler öğütler, erkenden kaldırırdı. Ayrıca, neredeyse hiç kimsenin uyanık olmadığı bir saatte uyanık olmak ve yeryüzünün tadını yalnız başına çıkarmak ilginç bir şekilde hoşuna gidiyordu. Hafif bir meltem esince, siyah atkısını üşüyen burnunun üzerine çekiştirdi.

Aniden bir soğuk hava dalgası bastırmıştı Bournemouth'a. Alyss alışıktı, İngiltere'yi ünlü yapan şeylerden birkaçı da dengesiz havası ve absürt zamanlamalarla bastıran sağanak yağmurlarıydı neticede. Bere takmak ve kalın giyinmekten, kıştan; yaz mevsimine nazaran daha çok hoşlanıyordu. Kalın giyinmek güvende hissettiriyordu kendisini.

Kulağına dolan bir, "Ne saçmalıyorsun?" çıkışıyla olduğu yere mıhlandı ve bunun Sirius Black'in sesi olduğunu, tarifsiz bir şaşkınlıkla fark etti.

Sokak; aralarından biri Alyss'in çok iyi tanıdığı oğlan olmak üzere, iki kişi haricinde bomboştu. Sirius, Alyss'in görüş açısında biraz yan dursa da onun kemikli parmakları arasında hediyelik eşya olduğunu söylediği çubuğu tuttuğunu görebilmişti sarışın kız. O günden beridir durmaksızın yalan olduğunu fısıldayan iç sesi şimdi çok daha gerçek geliyordu gözüne. Kalbini soğuk bir elin sıktığını hissederek dişlerini birbirine bastırdı. 

Sevgilisinin karşısında duran kadın, Sirius'unkini andıran ancak biraz daha kalın ve yamuk bir çubuk tutuyordu elinde. İnandırıcı olmayacak derecede kıvırcık saçları dört bir yana salınırken yüzündeki ifade, anlamlandıramadığı şekilde rahatsız etmişti Alyss'i. Bu mesafeden dahi çehresinde yer alan, derisine iğneler batıyormuş gibi hissettiren gülümsemeyi görebiliyordu. Kadın, yüzünde hâlâ bu ifade varken bir şeyler söyledi ancak Alyss onu duyamadı.

Fakat Sirius, çok iyi duymuş ve bu sözler karşısında hiddetlenmiş gibiydi. Yüzü Alyss'in daha önce hiç görmediği bir hiddetle çarpılırken, "Kes sesini!" diye böğürdü âdeta. Tüm bunlara rağmen, Alyss'in sımsıkı tuttuğu poşetlerin parmakları arasından kaymasına neden olan şey; onun tuttuğu çubuğun ucundan fırlayan gerçek dışı kırmızı ışıktı.

Bu ışığı kıvırcık saçlı kadın da beklemiyor gibiydi. Ancak ışıktan kıl payı kaçınarak "Avada Kedavra!" diye -Alyss'in bunun ne anlama geldiği hakkında en ufak bir fikri yoktu- haykırdı ve onun da çubuğunun ucundan yeşil bir ışık fırladı. Her şey gözlerinin önünde hızla olup bitiyor, birbirlerine tam duyulmayan şeyler bağıran ikili çubukların ucundan fırlattıkları ışıklarla olağana aykırı bir düello sergiliyorlardı. Alyss'in beyni durmuş, işlemeyi bırakmış; genç kadın ne düşünmesi gerektiğini bilememişti.

Aklından her şey, gerçekten de film şeridi misali hızla ve ürkütücü bir ekoyla geçiyordu. Sersemlemiş gibiydi. 'Sihre inanır mısın?' diye soran Sirius, çubuğun hediyelik eşya olduğunu geveleyen Sirius, devlet memuru olduğu yalanını ortaya atan Sirius... Sirius diyordu da, adamın adı hakkında bile yalan söylemediği ne malumdu? Peki ya arkadaşları? James, Remus, Peter ve Lily ne kadar gerçektiler?

Kulağına, bedenini şiddetli bir irkilmeyle titretecek kadar gürültülü bir patlama sesi dolunca kocaman açılmış kehribar irisleri, yuvası olan hana çevrildi.

Kırmızı... Kırmızı ve parlak alevler gözlerini alıyordu. A-ateş mi? Alyss'in düşünceleri, öz güveni, soğukkanlılığı, hepsi görünmez bir sicimle birbirlerine dolanarak bayır aşağı yuvarlanıyordu sanki. Kaşları çatılırken, ahşaplara çarpan kıvılcımların yıllar boyunca kurumuş tahtaları kavurduğunu fark etti.

Durdu. Neler oluyordu?

Kulak tırmalayıcı bir sesin tüylerini diken diken ettiğini fark ettiğinde, bunun kendi gırtlağından taştığını düşünememişti. Ellerini boğazına götürerek, hâlâ çığlık atmaya devam ederek, Sirius'un olduğu tarafa kaydırdı bakışlarını. Kıvırcık saçlı kadın çoktan buhar olup uçmuşken oğlanın fırtına grisi gözlerindeki dehşeti aralarındaki metrelere rağmen istediğinden net görüyordu.

Görüşü, irislerini ıslatan yaşlarla bulandı ve daha güçlü bir çığlıkla hana doğru koşturdu. Burnunun direğini sızlatan ve gözlerini yaşartan yanık kokusu, genzine kaçıyordu. Zihni, yaşadığı kısa duraklamanın ardından âdeta hiç olmadığı kadar hızlı çalışıyor ve onun canını yakabilmek adına elinden geleni ardına koymuyordu. Büyükannesi- Büyükannesi handaydı!

"BÜYÜKANNE!" diye bir serzeniş koptu sokakta. Kulakları uğulduyor, yaşlar her şeyi bulanık bir kızıllığa boğuyor, duman onu öksürüklerle sınarken bacakları titriyordu. Büyükannesinin bağırışını andıran sesin zihninin ona oynadığı bir oyun olup olmadığını bilemese de, ailesinden geriye kalan tek yadigârı kurtarmak adına alevlere doğru atıldı.

Onu büyük bir güçle kavrayarak yüzünü yalayan alevlerden geri çekenin kim olduğunu bilmek istemiyordu. Çoktan yanarak kül olmuş ahşaplar, esen güçlü rüzgârla gri gökyüzüne yayılırken ahşap parçaları devriliyordu. Hanının, yuvasının, hayatının çöküşünü izliyordu sarışın kız. Yanaklarından birbiri ardına ruhunun parçaları süzülüyordu ve nefesi, boğazını tıkıyordu. Öksürdü, çığlık attı, hıçkırdı...

"BÜYÜKANNE! GİTME, DAYAN!" diye böğürerek, onu kurtarabilmek adına bir hamle daha yaptı. Ancak omuzlarını sanki hayatı buna bağlıymış gibi kavrayan kollar o denli güçlüydü ki, birkaç santim dahi kımıldayamamıştı. Buz kesmiş bir el yüreğini patlayana dek sıkıyor, kaburgaları ciğerlerini basınçla delip geçiyor, hıçkırıklarla öksürükler soluk borusunda tıkılı kalıyordu. Âdeta içinde bir tutuklu hapsolmuştu ve çıkmak için her yeltenişinde biçare uzuvları engel oluyordu ona. 

"Büyükanne, yalvarırım... Sen de bırakma beni."

𝐒𝐖𝐄𝐀𝐓𝐄𝐑 𝐖𝐄𝐀𝐓𝐇𝐄𝐑, 𝘴. 𝘣𝘭𝘢𝘤𝘬Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin