XII

22 1 0
                                    

İonnia ayın aydınlığında kıpraşan ağaçlara daldı. Omzunu sütuna yaslamıştı,pek suskundu. Kurban peşinde, şehirde avlanacak zalim komutanları düşündüğüneeminim. Kanlı katliamın hüznü içinde kıvranıyordu. Yüzündeki acıyı buna yordum.Ona ilişmedik. Sonunda endişesini bir kenara bıraktı. Belini kıvıra kıvıra adımadım bize yaklaştı. Birkaç adım önümüzde durdu, yere çömeldi ve iki dizininüstünde çömeldi. Yerdeki mozaiğin taşlarını ovalamaya başladı. Şarabın etkisizirve yapmıştı. Başına dikildik. Üçümüzün de baktığı şey kesik Medusa'nınbaşıydı. Dehşet içindeki Medusa işte. Yüzlerce kez bu teras avluda oturmuşolsam da bu mozaikle böylesine hiç bakışmamıştık.

Elinde buruşturduğu ipek togasıyla yeri silip parlatıyorken, "Sildikçeparlıyor kesik başının gözleri, "Biri yaşam, biri ölüm," demişti Thrud. ArsioneIV av olandı, yani ölüm. Tacı da yoktu hani. Efes'te Markus Antonius veKleopatra kıydılar ona. Ablasının ihanetine uğradı Arsione. Günahkâr abla," dedi.Artık silmeyi bırakıp iki eliyle Medusa'nın kafasındaki yılanları örterek,"Diğeri de işte yaşam dediğiydi. Büyük İskender öldükten sonra paylaşılantopraklardan payına Efes düşen komutan Lysimakhos'un eşlerinden Arsinoe yani. Şehrinsurlarını diktiren iradenin tam kendisi olan kadın, Arsinoe," dedi, kendindengeçercesine pelteleşerek konuşuyordu. 

Bunalmaya başladım, sıcak bastı. Sarhoştum. Konular üstü üste geldi, fazla geldi. Onlar da en az benim kadar yorgundular. Yerde öylece yığılmış İonnia'yı kollarından tutup kaldırdım. Sayıklıyordu. İki eliyle beni sıkıca sarmaladı, "Son olarak ortalığı dizginlediği sözlerinde Thrud'un anlattığı kadınlarsa Amazon Kadın'larıydı. Hani bin yıl önce anlatılan efsane. Bu şehri ilk kuranlar. Bu vadiye ilk yerleşen kadınlar," diye mırıldandı. İki gece üst üste zil zurna sarhoş olana kadar içmiştik. Ayakta durmakta zorlanıyorduk. Hizmetlilerin yardımıyla zor da olsa toparlanıp odalarımıza çekildik. Decimus yalnız yatmamak için çok direndi. Onu odasında bırakıp odama çekildim. Odama girince sağa sola bakmadan yatağa kendimi yüz üstü bıraktım.

***************************

Soğuktu, hem de çok. Sadece kurtlar değil, rüzgâr da yalnızlığına çare aramaktaydı. Çığlık ata ata dolanmasının başka açıklaması olamazdı. Durup baktıkça feryadının nedeni mahkûm olduğu yalnızlığı olduğuna inandım. Zira o da ben de yapayalnızdık. Kurtların uğuldamasına rüzgârın uğuldaması karışıyordu. Ağıt tanıdık geldi. Koca dünyanın unutulmuş köşesinde bir başına kalmışlığın hüznüydü bu. Yalnızlığın tepelerindeydim. Yorgun uyandım, yıllarca uyumuş olmalıydım. Her yerim sızlıyordu. Kollarımı, baldırlarımı sıvazlarken fark ettim. Ne kadar da kalın giyinmişim. Islık sesleri, ne gündüz ne gece: Kan kokan kızıl alacakaranlık. Soğuktan titriyordum. Çömelip kollarımı, ellerimi nefesimle ısıtmaya çalışıyordum. Neredeydim? Yoksa Olympus'da mıyım? Karlı tepelerin birindeydim, uçsuz bucaksız sıra dağları görebiliyordum. Hangi ara buraya gelmiştim. Masmavi gökyüzü altında her yer olabildiğince aydınlandı. Tepenin birindeydim: Her şeyi kutsayan güneş, öfkeyle esen rüzgâr, dağ tepe kayalıklar... Bir tek ben, baş başaydık. Buraya ne zaman geldim diye düşünüyordum, hiçbir şey hatırlamıyordum. Neredeyim? Buraya nasıl geldim?

Ayağa kalktım. Üstüm başım kaymış. Ayaklarım karıncalandı, Kürkümü, giysilerimi düzeltip bakınmaya başladım. Saçlarımdan, omuzlarımdan karları silkeledim. Tırmanıp yukarıya çıkabilirdim ya da arkamda duran mağaraya gidebilirdim. Kolay olan mağaraya yürümeye başladım. Bu ağır kürkle tırmanacak gücüm yoktu. Kolay olanı seçtim. Tırmanacak olsam şu zirveye varabilirdim belki. Alabildiğine aydınlık olsa da yapayalnızdım. Karanlık mağara daha gizemli geldi. Herhalde tanrılar beni sınamak istediler. Ne bir meşale ne de hayata dair bir iz vardı. Tereddüt içinde mağaraya girdim. Çekinerek daha derinlere yürüdüm. Dışardan içeriye süzülen aydınlığı gölgeler yutmaya başladı. Artık karanlığın sınırına girmiştim. Gölgem bile önüme düşmeyi bıraktı. Karanlıktayım. Mühim bir sınırı geçtim. Durup etrafa baktıkça karanlığın tonlarını daha iyi seçmeye başladım. Gözlerimden çok ayaklarımla yönümü bulmaya çalışırken kollarımı açabildiğim kadar açtım. Dokunarak görmeye çalışıyordum. Ne kadar da tuhaf, zamanla her şeyi daha iyi seçebiliyor gibiydim. Birden ateş alevlendi ve peşi sıra bir sürü meşale yandı. Yalnız değilmişim. Ahşaptan yapılmış kat kat yükselen boş sıralar gördüm. "Kimse yok mu?" diye birkaç kere seslendim. Ne bir cevap ne bir çıt çıktı. Ancak kendi sesimin yankıları duyuldu. Sıralar mağaranın ortasında duran dev kayanın etrafında yarım çember olarak dizilmişlerdi. Meşaleleri kim yaktı diye bakınıyorken, sessizlik bozuldu. Uzaktan da olsa ayak seslerini sonra da fısıltıları duymaya başladım. Onları artık görebiliyordum. Onlarca pelerinli hızlı adımlarla gelip sıralara doluştular. Ben de sırlardan birine oturuverdim. Nizami adımlarla tören alayı yapıyormuşçasına disiplin içinde birçok asker tek sıra halinde kayanın önünde dizilmeye başladılar. Yüzü tek görünen ben olsam da kimsenin umurunda değildim. Ben de onlar gibi sıralardan birine sessizce oturdum. 

Sıralarda oturanların uğultusunu zincirlere vurulmuş zavallı adamın feryadı bastırdı. Zorla sürüklenerek önümüze bırakılmasıyla küfür etmeye başladı. Tüm gücüyle sıralardakilere hakaret ediyordu. Bir hayvan gibi boynuna vurulmuş ağır tasmanın eziyeti içindeydi. Bitkin ve yaralıydı. İşkence gördüğü belliydi, o yaralar, kan içindeydi. Gözünün biri şişmiş, kafasındaki kan kurumuştu. Neredeyse yüzünün yarısı dövülmekten tanınmaz haldeydi. Bunu hak edecek ne yapmış olabilirdi? Suçu neydi ki? Sıradakiler de cevaben öfkeyle hakaretler yağdırmaya başladı. İki asker yarı baygın yerde yatan adamı kollarından tutup kayaya sürüklediler. Kayayı tırmanan birkaç asker kayaya halkalar çaktılar. Yerden yukarı atılan zincirleri tutup halkalardan geçirerek yavaş yavaş aşağıya indiler. Onlar indikçe zincirlere vurulmuş adam yükseldi. Bağrışmalar arasında zavallının haline attıkları kahkahalar eşliğinde askerler adamı kayaya mıhladılar. İşleri bitince kolları yanlara açılmış öylece sabitlendi. Bağrışmalar bir süre devam etti. Öfkeleri kolay kolay dinmeyecek gibiydi. Sonunda askerler ellerinde tuttukları mızrakları yere vurunca sıradakilerin sesi kesildi. Şimdi anladım. Burası bir duruşma salonu ve duruşma başlamak üzereydi. Zincirlere vurulmuş tutuklu, sıralara oturmuş yargıçlar, seyirciler ve onca asker bu ıssız mağarada gizli bir duruşmaya tanık olacaktık. Sanırım ki adaletin dağıtıldığı Olympus tepelerindeydim.

Üst sıralardan pelerinli yaşlı adam alkışlamaya başlayınca herkes dönüp ona bakmaya başladı. Alkışlamayı bırakmadan ayağa kalktı. Geniş pelerinin kapüşonu yüzünü gizliyordu. Yüzünü açıp beyaz sakallarını sıvazladı. Eliyle zincirlere vurulmuş adamı gösterip öfke içinde, "Zeus aldatıldı. İnsanların gözünde küçük düşürüldü. O artık gülünç duruma düşürülmüş bir tanrı kraldır," dedi. Sözleri biter bitmez oturanlardan yine küfürler yükseldi.

Yüzü örtük başka biri kalkıp söz aldı, "Tanrıların egemenliği gerçek bir güce dayanmaz, çünkü akıl gücü tanrılardan insanlara geçmiştir," deyip oturdu.

O sözleri tutuklu bağırarak, "Akıl gücü tanrılardan insanlara geçti," diyerek tekrarladı. En ön sıradan bana yakın oturan biri ayağa kalktı. Herkesin dönüp ona bakmasıyla elindeki parşömeni açtı. Kararlı bir tonda, "Sen, kayaya mıhlanmış Prometheus! Eylemine "devrim" dediğin aşağılık bir isyana hazırlanırken yakalandın. Zeus'u aldattın. Yetmedi onu insanlara karşı kışkırttın ve böylece yüzeler yücemizi küçük düşürdün. Üstelik bunu kanan insanlar olmuş. Onlardan ateş alınınca da ateşi çalarak insanlara izinsiz geri götürdün. Devrim dediğin bu küstahlığını acı çekerek ödemelisin. Eşi görülmedik korkunç cezalar seninledir. Varsa son sözlerini söyle. Zavallı ruhunu biraz da olsa onurlandırarak pişmanlık içinde suçunu itiraf et," deyip oturdu. 

Efeslilerin Byzantium MasalıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin