29.Bölüm : Kısa Vadede Mahvolmak...

735K 38.4K 4.2K
                                    

Mutlaka oylarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum^^ Bizi gergin ve heyecanlı bölümler bekliyor. Şuanki bölümlerde olan olaylar hiçbir şey, gelecek bölümlerde emin olun şoka gire gire okuyacağınız sahneler olacağının sözünü veriyorum size. Bu arada Instagram'dan Karantina'yla ilgili paylaşımlar yapmaya da başlayacağım, bana orada da destek olmak isteyenleri hesabıma bekliyorum, kullanıcı adım beyzalkoc (tek a'yla) orada da görüşmek üzeree^^ Ve Karantina 1 milyon okunmaya ulaştı, sizden çok rica ediyorum lütfen Karantina'yı arkadaşlarınıza önerin, onlar da bize katılsınlar ki daha büyük bir aile olalım. İnşallah 10 milyonu hatta 100 milyonu da görürüz! İyi okumalar dilerim^^

Not : Multimedia bölümünde Karantina'ya yapılmış bir fan videosu var, Cemre'ye (premsesbozuntusu) çok teşekkürler^^ sizden de böyle çalışmalar bekliyorum :')

---




''Bittik biz...'' Burak'ın dudaklarının arasından çıkan bu cümle, bizim hikayemizin, Mahşerin Dört Atlısı Hikayesi'nin özetiydi...


KARANTİNA


29.Bölüm : Kısa Vadede Mahvolmak...

*Üstüme çamur bulaşsın istedim...*

''Onur...'' Mert sessizce fısıldadığında başımızı ona çevirdik, ''bu evin arka kapısı nerede?'' Şok içinde kaşlarımı çattım. Kalbim deli gibi atıyordu.

''Kaçıyor muyuz!?'' Burak'ın sorusuyla birlikte kalbimin hızı çok daha arttı, çaresizce Onur'a baktım. Alnındaki damar öyle belirginleşmişti ki beynine giden kan akışını rahatlıkla görebiliyordum. Yutkundu. Başını dikleştirdi.

''Kaçmak yok...'' dedi, ''Yalnızca suçlular kaçar. Sizin unuttuğunuz bir şey var, bu hikayedeki suçlu biz değiliz.'' Onur kapıya doğru ilerlerken korkuyla kolunu tuttum. Kaşlarını çatarak inanamıyormuş gibi döndü bana. Yalvaran gözlerle baktım yüzüne,

''Açma...'' Bana doğru döndü, gözlerimin en derinine baktı, güven vermeye çalışır gibi birkaç saniye öylece durdu gözlerimin karşısında.

''Korkma...''

Kolunu elimden kurtarıp kapıya ilerlediği an Burak, Mert ve ben olayın üç kurbanı gibi arkada dizilmiş tir tir titriyorduk. Belki de korkumuz biz değildik, belki de korkumuz üçümüzden ibaret değildi. Bizim korkumuz Onur'du, Onur'un başının belaya girmesiydi. Hani bana demişlerdi ya, ''Onur Zorlu belanın ta kendisidir,'' diye, öyleydi. Şimdi belanın ta kendisinin bir bela bataklığına batışını izliyorduk. Hem de hiçbir şeyden haberi dahi olmadan, hiçbir şeyi hatırlamadan, adım adım her şeyi unutarak...

Onur kapıyı açtığı anda karşımızı iki erkek polis çıktı. Hala içimden dua ediyordum, hala içimde bir umut vardı, belki başka birilerini aramaya gelmişlerdi, belki başka birilerini almak için buradalardı, belki yol soracaklardı!? Gözlerimi kapattım, başka birilerinin isimlerini duymak için umutla bekledim. O an polislerden biri konuşmaya başladı,

''Onur Zorlu, Zeynep Akay, Burak Koşan ve Mert Soydan. Siz misiniz?''

Kalp krizi. Şuan yaşadığım şey bir kalp krizi. Ben bir kalp krizi geçiriyorum. Kalbim yerde uçmaya çalışan kanadı kırık bir kelebek gibi pır pır sancılar içinde kıvranıyor. Hareket edebiliyor ama kan pompalamayı çoktan bıraktı. Bedenim kansız kalmış gibi buz tutmuş, ellerim titriyor, buna rağmen yüzümün yandığını hissediyorum. Yolun sonuna geldik. Bu bir hikayenin bitişi.

Hiçbir şey söylemedik. Hiç itiraz etmedik. Ne olduğunu bile sormadık. Kabullendik. Bizi zorlamadılar bile, arabaya binmemizi rica ettiler biz de aynen öyle yaptık. Şimdi bir polis arabasının geniş arka koltuğunda yanyanayız. Kimse konuşmuyor, Burak ağlamak üzere, ben de tir tir titriyorum. Biri konuşsa, biri bir umut aşılasa bize. Suçumuz olmadığını öğrensek, öylesine karakola götürüldüğümüzü öğrensek, anlasak... Yaklaşık yirmi dakikadır rahat bir nefes alamadım. Boğazıma batan soyut bir balık kılçığı var sanki. Nefes alıyorum, ama her nefesimde bir korku var bu son rahat nefesimse diye, rahatından bile geçtim, ya bu gerçekten son nefesimse...

''Bizi... tam olarak neden... neden aldığınızı söyleyebilir misiniz?'' Sonunda Burak korkuyla konuştuğunda nefesimi tuttum. Ellerimiz kelepçelenmemişti, masumca arabaya binmiştik sesimiz bile çıkmadan yolda ilerliyorduk. Bir açıklamayı hak edecek kadar uysal, açıklama isteyecek kadar yüzsüzdük. Polislerden biri hafifçe başını bize doğru çevirdi,

''Cinayet suçundan yargılanacaksınız.'' Polisin kurduğu cümleyle birlikte şok içinde başımı onlara çevirdiğimde dördümüzün aynı anda kaskatı kesildiğimizi, nefesimizi tuttuğumuzu fark ettim. Burak'ın gözünden süzülen bir damla yaşı gördüğümde polisin hafifçe güldüğünü fark ettim,

''Korkmayın çocuklar. Sadece sorgulanacaksınız. Şuan tüm okulunuz sorgu için götürülüyor. Şu kayıp kızı biliyorsunuz... Okulunuz karantinaya alındığından beri kayıptı. Maalesef okulda kan izleri bulunmuş... Acil sorgu emri geldi. Bütün öğretmenler, bütün çalışanlar, bütün öğrenciler sorguya alınacak, uzun bir gece olacak...''

İçim rahatlamalı mıydı, yoksa hayatımızın en kötü noktasına doğru ilerliyor muyduk bilmiyordum. En azından az önce duyduğumuz gibi cinayet suçundan yargılanmak üzere değil yüzlerce insanla birlikte sorgulanmak üzere götürülüyorduk. Kimse olayla bir alakamız olduğunu bilmiyordu, kimsenin başımıza gelen hiçbir şeyden haberi yoktu. Şunu anlamıştım, suçun üstü asla örtülemezdi. Kan lekelerini sildiğimiz her saniye aklımda, şimdi de bu arabadayız, kan lekeleri bulunduğu için sorguya götürülüyoruz. Hayat da böyle, silindiğini sandığımız her şey aslında tam olarak yerinde duruyor, bekliyor. Hiçbir şey silinmiyor, hiç kimse unutulmuyor, hiçbir olay insanın aklından uçup gitmiyor, sadece bir süreliğine görünmez oluyor. Bu bir sihir, hokus pokus meselesi...

Arkama yaslandım. İçim içimi yerken yaklaşık bir saat boyunca süren yolculukta uzun uzun sessizce düşündüm. Bu işin sonu nereye varacaktı bilmiyordum, ama bildiğim tek bir şey vardı, o kan lekelerini temizleyemediğimiz gibi orada o an ne yaşandıysa onları da asla yok edemeyecektik. Onur yaptıysa, er ya da geç ortaya çıkacaktı. Geçmişi çamaşır suyuyla yıkayamıyorduk. Geçmişi bir şömineye atıp yakamıyorduk. Elimize bir makas alıp geçmişi paramparça edemiyorduk. Geçmişi bir halının altına saklayamıyorduk. Dünya üzerindeki en büyük gerçeklik geçmişti, ve biz bu gerçekliğin üstüne hangi tabloyu asarsak asalım kapatamıyorduk. Geçmiş, yaşanmıştı. Ve her zaman oralarda bir yerde duruyor olacaktı... Hayatımızın en derin ve en göze batan köşesinde. Zaten her zaman en göze batan yerler köşeleri değil miydi bir şeklin, matematikte açı hesaplaması ortadan yapılmazdı, köşeden yapılırdı. Bir cetvelin köşesi keserdi insanın parmağını, elini. Köşeler can yakıcıydı, köşeler sivriydi, belirgindi. O köşede dursun diye içimize attığımız geçmiş sahneleri, birinin geçmişimize baktığı an ilk göreceği sahnelerdi. Köşede duran her şey, parıl parıl parlıyor demekti. Köşede duran her şey, ''ben buradayım!'' diye bağırıyor demekti.

Karakola geldiğimizde efsanevi bir filmin en kritik sahnesiyle karşı karşıya gibiydik. Karakol İstanbul'un en büyük karakolu olmalıydı. Bahçesinde yüzlerce öğrenci, veli, öğretmen, görevli, idare, herkes... herkes vardı. Arabadan inip polislerden ayrılıp bahçeye girdiğimizde Onur'un babasıyla karşılaştık. Onur'u kollarından tuttu perişan bir şekilde,

''İyi misin oğlum?'' dedi, ''sert davrandılar mı?'' Onur başını salladı hayır anlamında,

''İyiyiz baba... Merak etme. Sen iyi misin?''

''Kalbimi kötü hissediyorum. Beni sorguya aldılar, hastaneye gidecektim ama seni bekledim.'' Eli kalbinde perişan bir halde konuşurken Onur sinirden deliye dönmek üzereydi. Şimdi bu cinayeti neden saklamak istediğini çok iyi anlıyordum. Babası şuanda bile mahvolmuştu. Şuanda bile...

''Biz iyiyiz baba, iyi olacağız. Sen bir taksiye atla hastaneye git. Çıkınca yanına geliriz.''

''Dikkatli olun, sizi zorlamalarına, sert davranmalarına izin vermeyin. Her şeye hazırlıklı olun. Suçluya her şeyi itiraf ettirebilmek için sorguya giren herkese suçlu gibi davranıyorlar. Sizi suçlayacaklar, size suçluymuşsunuz gibi davranacaklar. Sizi korkutacaklar, suçu üstünüze atıyor gibi davranacaklar, sizden şüpheleniyorlarmış gibi konuşacaklar. Güçlü kalın.'' Bu cümleler bile içimde büyük bir korku oluşturuyordu. Onur'un babası Onur'la vedalaşıp yanımızdan ayrılırken Onur'un elini kolumda hissettim.

''Gelin...'' Onur beni kolumdan tutup karakolun arka bahçesine çekiştirirken Burak ve Mert de yanımızdan ilerliyorlardı. Arka bahçenin en ücra köşesinde soğuktan titreye titreye ellerimle kollarımı sardım.

''O gün birlikte boş bir sınıftaydık. Uyuyorduk. Kimseyi görmedik, kimse de bizi görmedi. Üst katlara çıkmadık, bende kullanıma açılmamış müzik sınıfının anahtarı vardı. O anahtarla o sınıfa girdik, kapıyı kilitledik ve oradan çıkmadık. Hikayemiz bu. Anlaşıldı mı?''

''Müzik sınıfı okulun en işlek koridorunda! Mutlaka oraya girdiğimizi gören olurdu!'' diye atladı Burak. Sessizce onları dinliyordum.

''Kullanılmayan kattaki o harabe odada olduğumuzu söylesek? Cesedi sakladığımız yer...'' Mert'in önerisiyle hemen atladım,

''Kan izlerini orada buldularsa!?'' Sessizce düşünmeye başladık. Tanıştığımızdan beri en çaresiz anımız buydu sanırım. Elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Hiçbir şey... Çaresizce öylece düşünüyorduk.

''Başka çaremiz yok, müzik odasından başka bir sınıfın anahtarı yok bende. Orada çıkarıp gösterebilirim de. Hepimiz bunu söyleyeceğiz. Zeynep'le Mert önceden tanışıyorlardı. Zeynep okula gelir gelmez Mert onu bizimle tanıştırdı. Bu olaylar olunca da birlikte müzik odasına girdik. Bütün günümüzü orada geçirdik. Dördümüzün de ifadesi bu olmalı.''

İstemeye istemeye başımı salladım. Sağlam bir hikaye değildi, ama tek çıkış kapımızdı.

''Ve...'' Onur yavaş yavaş, tereddüt etmeden, ağır birkaç cümle kurmaya hazırlandı,

''Eğer çok üstünüze gelirlerse, kaldıramayacağınız kadar sert davranırlarsa, hikayeye inanmazlarsa, yaptıklarımızı itiraf edeceğiniz bir raddeye gelirseniz tüm suçu bana atın. Cesedi benim sakladığımı söyleyin, bunu babamı korumak için yaptığımı söyleyin. Sizin olaydan haberiniz bile yok. Ben daha sonra gelip size anlattım, tek suçunuz bunu bilip kimseye söylememek olsun. Tamam mı?'' derken Mert sinirle konuştu,

''Tabii ki tamam, anında seni satarız hiç endişen olmasın. Şerefsiz olduğumuz için bir saniye bile bekleyemeyiz, üstümüze geldikleri an korkup ONUR YAPTI deyip işin içinden sıyrılırız. Çünkü bu yüzden bu işte birlikte olacağımıza söz verdik. Çünkü bu yüzden çocukluğumuzdan beri birbirimizi koruyacağımıza yeminli gibi davranıyoruz, böyle bir dakikada satmak için. Bu bilekliklerin ne ifade ettiğini hatırlıyor musunuz...'' dedi Mert kendi bileğini kaldırıp. Bileğindeki Batman bilekliğini gösterdi, sonra bana döndü,

''Bak Zeynep, bilekliklerimize...'' Daha sonra Burak'ın kolundaki Superman bilekliğini gösterdi bana, ve en son... Onur'un bileğindeki hiçbir süper kahramanı temsil etmeyen, bana hediye ettiği bileklikteki hayat ağacı simgesinden bulunan bilekliği gösterdi.

''Ben 5 yaşımdayken annem bana bu bilekliği aldı. Sonra Burak kıskanmış, annesine Superman bilekliği aldırmış. Sen Batman'sen ben Superman'im dedi bana... Geriye bir tek Onur kaldı, o sıralar baya üzgündü. Kendisine istediği bir süper kahraman bilekliği bırakmamıştık. Annesiyle konuşmuş, annesi ona demiş ki, onlar başka süper kahraman simgelerini taşıyacaklar. Oysa sen kendin bir süper kahramansın, kendine has bir simgen olmalı. Onur'a bir hayat ağacı bilekliği almış, annesinin bilekliğindeki hayat ağacı simgesini taşıyan. O gün öyle çok gaza gelmiştik ki ellerimizi yumruk yapıp birleştirdik, ve bir söz verdik. Tüm süper kahramanlar birbirine düşmandır derler, biz o gün birbirimizle kardeş olmayı öğrendik. Şimdi ben, kardeşimi yarı yolda bırakmayacağım. Kardeşini yarı yolda bırakmak isteyen biri varsa suçu benim üstüme atsın.''

Mert'in konuşması onların arasında geçen bir olayı anlatmasına rağmen beni bile bu kadar etkilemişken onların etkilenmemesi mümkün değildi. Bize doğru gelen genç bir polisi gördüğümde ona doğru döndüm,

''Zeynep Akay, Onur Zorlu?'' İkimiz bir adım öne çıktığımızda bacaklarım bile titriyordu.

''Sorguya alalım sizi. Daha sonra da ikinizi alacağız.'' Yutkunarak polisin peşinden gittiğim sırada korkudan ölmek üzereydim. İstemsizce Onur'un kolunu tuttum. Hiçbir şey demedi. Hiçbir tepki vermedi. Kolunu çekmedi. Ona sığınmama izin verdi. Kolunu tutmam yeterli bir sığınma biçimi değildi belki ama ben o gün o saniye ona sığındım. Kolunu tuttum, ve bu ondan beni koruyacağına dair söz almak gibiydi. İkimizi karşılıklı sorgu odalarına soktuklarında beni karanlık bir oda karşıladı. Filmlerde olur sanırdım hep. Karanlık, tek masalı, masanın üstünde tek bir ışık olan... Sandalyeye oturup ellerimi masanın üzerine koyduğumda karşımda oturan 40 yaşlarındaki sakallı polis bir elindeki dosyaya bir bana baktı. Dosyadan çıkardığı birkaç fotoğrafı önüme koyduğunda nefesimi tuttum. Okulun yerlerini, cesedi taşıdığımız yerleri gösteren fotoğrafları bunlar. Yerlerdeki yeşille işaretlenmiş kan izleri kanımı dondurdu.

''Burası okulun kaçıncı katı?'' diye sordu soğuk bir sesle.

''Ben... benim... o gün benim okuldaki ilk günümdü, bu okula yeni geldim ben... Bilmiyorum.''

Polis fotoğrafları dikkatlice kaldırınca yutkundum. Gözlerini gözlerime çevirdi.

''O gün neredeydin?'' diye sordu. Arkada bir gerilim müziği çalsaydı gerilim dalında alınabilecek bütün ödülleri alırdık.

''Okuldaydım.'' dedim, dalga geçiyormuşum gibi baktı yüzüme.

''Okulun neresindeydin?''

''Ben... Müzik odasındaydım.''

''Tek miydin?''

''Hayır.''

''Kim vardı yanında?''

''Yanımda...'' dedim ve durakladım, onların isimlerini burada kullanmak bile kötü hissettiriyordu. Ama anlatacağımız hikaye belliydi, karar değiştiremezdim.

''Burak... Mert... Onur...''

''Okula yeni geldiğini söyledin. Onları nereden tanıyorsun?'' Bir an telaş yaptım. Ne diyecektim!? Onur bununla ilgili bir şeyler söylemişti! Ne diyecektim!?

''B-ben... Biz... Yani...''

''Evet?'' diye sordu polis şüpheyle.

''Mert benim eski arkadaşım. Beni Onur ve Burak'la da tanıştırdı. O gün birlikte vakit geçiriyorduk. Olay olunca da birlikte müzik odasına girdik...''

''Kimse girmedi mi içeri? Görmedi mi sizi?''

''Şey... Onur'da oranın anahtarı vardı. Kapıyı kilitledi.''

''Hiç çıkmadınız mı?''

''Hayır.''

''Gece orada mı kaldınız, müzik odasında?''

''Evet.''

''Peki bu kızı hiç gördün mü?'' Önüme bir fotoğraf koyunca içimin ürperdiğini hissettim. O gün öldüğünü gördüğüm kızın yaşarken çekilmiş bir fotoğrafıydı bu. Sarı saçları yüzüne çarpıyordu, yüzünde öyle büyük bir gülücük vardı ki o an aklımdan yaşanan her şey silinip gitti. Her şeyi bir kenara bıraktım kısa vadede, her şeyden öte, benden Onur'dan Burak'tan Mert'ten öte, bu kızın canını almışlardı, ruhunu almışlardı. Bu fotoğrafta gülen kız, bir daha asla gülemeyecekti. Bu fotoğrafta nefes alan kız, bir daha asla nefes alamayacaktı. Bu kızın bir daha fotoğrafı olmayacaktı. Onun sahnesi de bitmişti, perdesi de kapanmıştı, tiyatro işten çıkarmıştı onu, bu kız bir daha sahneye çıkamayacaktı...

''Hayır... hiç... görmedim...'' dedim.

''Peki okulda kaldığınız süreçte şüpheli davranan birini gördün mü, şüpheli bir olaya şahit oldun mu?''

''Hayır, olmadım. Görmedim.''

''Çok garip değil mi?'' dedi birden polis kaşları çatılı bir şekilde gözleri üzerimde gezerken.

''N-ne... ne garip?''

''Okula kaydını aldırıyorsun. Okula geldiğin ilk gün yıllardır sorun olmayan okulda bir cinayet işleniyor.'' Şok içinde bakakaldım ona. Korkuyla gözlerim kocaman açıldı.

''Ne demek istiyorsunuz!'' dedim, resmen bağırdım, ''ben mi işledim bu cinayeti?''

''Neden olmasın? Saatlerdir bir sürü öğrenciyi sorguya aldık. İçinizden birinin katil olma ihtimali %98 ve herkes katil olmadığını iddia ediyor. Katil değilim diyen herkese inanırsak bu soruşturmadan çekilmemiz gerekir küçük hanım. Ve şimdiye kadar en şüphelendiğim isim siz oldunuz...''

Gözlerim dolu dolu baktım yüzüne. Beni mi suçluyorlardı? Ben miydim gözlerindeki şüpheli? Onur'un babasının söyledikleri geldi aklıma birdenbire, ''Her şeye hazırlıklı olun. Suçluya her şeyi itiraf ettirebilmek için sorguya giren herkese suçlu gibi davranıyorlar. Sizi suçlayacaklar, size suçluymuşsunuz gibi davranacaklar. Sizi korkutacaklar, suçu üstünüze atıyor gibi davranacaklar, sizden şüpheleniyorlarmış gibi konuşacaklar. Güçlü kalın.''

Bunu herkese yapıyor olmalılardı. Sakin olmalıydım. Ona inanmamalıydım.

''İstediğiniz kadar şüphelenin, ben kendimden eminim.''

''Ve bu soğuk kanlılıkla şüphemi arttırmış oldunuz.''

''Yerdeki kan izlerine, okuldaki ilk günüm oluşuna, soğuk kanlı oluşuma bakarak beni suçlu ilan edemezsiniz.'' Alay eder gibi güldü, ağır ağır eğildi ve yüzüme doğru konuştu korkunç bir sesle,

''Elimizdeki tek delillerin kan izleri olduğunu sanıyorsunuz. Değil mi? Kan izleri bulup yüzlerce kişiyi gece evinden alıp buraya getirdik. Saçma. Emin olun, küçük hanım... Elimizde çok daha büyük deliller var. Ve o deliller size karşı duyduğum şüpheyi bin kat arttırıyor... Şimdi ister konuşun, ister bekleyin ki hayatınız mahvolsun.''

Korku. İnsanın ne kadar kendini tutmaya çalışırsa çalışsın kaçamadığı ve asla kaçamayacağı tek duygu. Tir tir titreten, bacaklarını uyuşturan duygu, korku. Mantığım sakin kalmamı söylüyor. Ama korkum gözlerimi yaşarttı bile. Gözlerimden hüngür hüngür yaşlar akmaya başladı.

''Hiçbir şey bilmiyor-rum...''

''Bildiğini ikimiz de biliyoruz!''

''Bilmiyorum! Bilmiyorum kahretsin bilmiyorum!'' Ellerimle kulaklarımı kapattığımda sesini hala duyuyordum,

''Gencecik bir kızın hayatı gitti, gencecik bir can ruhunu kaybetti. Eninde sonunda her şey ortaya çıkacak, o gün tekrar görüşeceğiz. Şimdi konuşmak istemediğine emin misin?'' Başımı salladım ağlamaktan etrafı göremediğimde.

''Çıkabilirsin.'' Odadan nasıl çıktığımı bile bilmiyorum. Hüngür hüngür, hıçkıra hıçkıra ağlayarak çıktım odadan, berbat bir halde terk ettim binayı. Arka bahçeye vardığımda uzaktan Onur'u, Burak'ı ve Mert'i gördüğümde gözyaşlarım ve hıçkırıklarım arttı. Burak'ın bana doğru birkaç adım attığını gördüm,

''Şşş...'' dedi, bana sarıldı.

''Biliyorlar! Her şeyi biliyorlar!'' dedim hıçkırıklarımın arasından. Gözyaşlarımın arasından Onur'un bana nasıl üzgün baktığını görebiliyordum. Duvara yaslanmıştı, kaskatı kesilmişti sanki, içi acıyarak benim Burak'ın kollarında ağlayışımı izliyordu.

''Siz içerideyken bizi de aldılar,'' dedi Burak, Mert devam etti,

''Onur'a da sana da bana da Burak'a da diğer öğrencilere de aynı şekilde davranmışlar. Herkesi suçluyorlar. Okul da karate şampiyonu bir kız var, kız ön bahçede bayıldı az önce. Ön bahçeyi görmedin mi ağlayan ağlayana!'' Başımı kaldırdım, Burak'tan uzaklaşıp onlara baktım sakinleşmeye çalışırken. Gözlerim Onur'a kaydı. Gözlerimi gözlerine diktim.

''Biliyorlar...'' dedim ısrarla.

''Hiçbir şey bilmiyorlar.'' dedi güven verir gibi, ''Bilmeyecekler.''

''Daha fazla kanıtımız var dedi, özellikle benden şüpheleniyorlar... özellikle benden şüphelendiklerini söyledi...'' derken Onur cevap verdi,

''Bana da öyle dediler.'' Hemen sonra Burak cevap verdi,

''Bana da.''

''Bana da.'' dedi Mert.

''Ama...'' deyip sustum.

''Aması yok Zeynep. Onların işi bu, insanların üstüne gelip gerçeği itiraf ettirmek. Herkese aynı şeyleri söylediler. Herkesi suçladılar. Bu kadar zayıf olma, bir yola girdik ve bu yolda dik yürümekten başka çaremiz yok. Kimse hiçbir şeyi bilmiyor. Birazdan çıkacaklar, hepimizi eve yollayacaklar, rahat bir gece geçireceğiz... Tamam mı?'' Onur'un açıklamasıyla biraz olsun rahatlayıp derin bir nefes aldım.

''Tamam...'' dedim sessizce. Sessiz geçen birkaç dakikadan sonra ön bahçeden gelen sesi duyduk.

''Buraya toplanabilir miyiz lütfen? Herkesi sessizce buraya alabilir miyiz?'' Merakla ön bahçeye doğru ilerlediğimiz sırada yüzlerle öğrencinin, velinin, öğretmenlerin ön bahçeye toplandığını gördük. The Walking Dead'ten bir sahne izliyorduk sanki. Kalabalığın arasına karışıp onlara katıldığımızda bir polisin tam kapıda durduğunu gördüm. Elinde küçük bir kağıt vardı.

''Arkadaşlar, rahatsızlık için özür dileriz. Soruşturmamız belli ki uzun sürecek, aranızdan geri çağırılanlar olacaktır. Birkaç arkadaş dışında geri kalanınız gitmekte şimdilik özgürsünüz...'' Korkuyla başımı diktim, hayır, hayır... lütfen... olmasın...

''Doruk Aksoy,'' diyerek başlayınca şok içinde kalakaldım, Doruk mu!? Neden!?

''Doruk Aksoy, Onur Zorlu, Burak Koşan, Mert Soydan ve Zeynep Akay...''

Şok. Hiçbir şeyi bilmiyorlardı, öyle mi? Hiçbir sorun yoktu, hepimize aynı şeyleri söylemişlerdi, karateci kız bayılmıştı, herkes ağlıyordu, sorun yoktu, bilmiyorlardı, öyle mi... İşte buradaydık, Doruk'un ne ara aramıza dahil olduğunu bilmiyordum ama herkes dağılırken burada, beşimiz şoka uğramış bir halde bir heykelden farksız ayakta duruyorduk. Öylece bakıyorduk, çaresizce, korkuyla. Buna uzun vadede ne denirdi bilmiyordum, ama kısa vadede mahvolmak deniyordu. Mahvoldum diyerek girdiğim her yolun yarısında kurtulduğumu sandım, kurtulduğumu sandığım her an tekrar tekrar mahvoldum. Çukur olduğunu bile bile attım adımlarımı, bile bile düştüm o çukura, çünkü istedim, üstüme çamur bulaşsın istedim... Şimdi dördümüz, ve nedenini bilmediğim bir şekilde Doruk da dahil olmak üzere beşimiz, bir çukurun en dibinde çaresizce bekliyorduk...


---


Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayıın^^ Ve sizden rica ediyorum, Karantina'yı gerçekten seviyorsanız arkadaşlarınıza önerin ki daha büyük bir aile olalım. Okunma oranımız 1 milyon oldu, 10 milyonu hatta 100 milyonu da görürüz inşallah :') 

Instagram : beyzalkoc (tek a'yla)
Snapchat : beyzaalkoc
Twitter : beyzaalkoc


Karantina SerisiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin