12.Bölüm "Öfkenin İzi"

6.1K 436 201
                                    

Dikkat! Bu bölüm şiddet ve küfür içermektedir. 

Hayat, üzerindeki her bir taşın başka bir role büründüğü bir satranç tahtasına benzerdi. Kalbimiz, bir piyon gibiydi. Bazen diğerlerini ayakta tutmak için feda edebileceğin bir taştır piyon ama eğer sonuna kadar ayakta kalırsan, sana gerçek gücü gösterir.

Kale, genelde oyunun başından, ortasına kadar durduğu yerde, önündeki piyonu korur. Bundan dolayı onu hep, göğüs kafesine benzetirdim. Piyon, ne zaman sona kadar ulaşmaya çalışsa, arkasında hep kalenin güvenini hissederdi.

Birçok insanın hayalleri, esnekliği ile özgürlüğü sergiler, siyah beyaz taşların üzerinde adeta dans ederdi. Hayaller, hiçbir engel tanımazdı, işte bu yüzden at'a benzerdi.

Bir insanın zihni, ucu görünmez bir sonsuzluğun kapısını açardı. Düşünceler, sinsiliği açığa çıkaran bir taşı temsil ederdi. Gerçek sinsilik, bir gölün içindeyken dağın tepesini görmek değil, dağın arkasını dahi bilmektir. Bu yüzden insan zihni, fil'e benzerdi.

Ruhu olmadan kim nefesi, hayatta tutabilirdi ki? Düşer durur, ayağa kalkardı. Kanatlarını açar, sırtından vurulur, yine de uçmaya çalışırdı. Mezarlığın altına girer, yine de toprağın yüzeyini kazardı. Feda etmeye asla kıyamayacağın, onun ölümü ile oyunun sonu olduğuna inandığın taştı ruh; vezir.

Hayata karşı tutunan, sakat birinin azmi ve bir kralın, onun önünde eğilecek kadar onur taşıyan bir taşın simgesi, tek bir kelimede saklıydı; şah. Satranç tahtasına kırık parçalar, bir insan hayatına kıyamet getirecek olan tek bir sembol... Ciğerlerimizden akan nefesti şah. Bütün taşların fedakarlığının sonunda karşısına dikilecek olan tek bir kılıç, sonsuz bir karanlığa yol açan ölümün sesi olurdu.

Ağaçların, yavaş yavaş kısılan gölgelerine bakarken düşünebildiğim tek şey buydu. Elimde bulunan satranç tahtasından geriye hangi parçalar kaldığını merak ediyordum. Teker teker her bir parçası yok oldu kalbimin. Artık feda edebileceğim bir piyonun varlığından şüpheliydim. Esnekliği ile hayatımda dans ettirebileceğim bir atım da yoktu. Zihnim, yıkık dökük bir şekilde ve zorlukla ileriyi görmeye çalışıyordu. Göğüs kafesim, artık çatlak bir duvardan başka bir şey değildi.

Kucağımdaki satranç tahtasındaki en tuhaf şey ise ölmekte olan şahın mezarını, vezirin kazmasıydı.

Kafamı, sol tarafımda bulunan ve saatlerdir kafasını kağıtlardan kaldırmayan şeytana çevirdim. İşte o, hayatımın siyah taşlarıydı. Bir vezirin siyah nefesi, bir şahın azraili.

Saat kaçtı bilmiyordum ama hava yeterince aydınlanmıştı. Daha kimse uyanmamıştı ve Zed ile ben, terasta oturmaya devam ediyorduk. Açlık yavaş yavaş bastırmaya başlamıştı ama kalkıp yiyecek bir şeyler hazırlayacak kadar ait hissetmiyordum kendimi buraya.

Bir yanım, sessizce bir köşede oturup ölümümü beklememi söylüyorken umudun gölgesinde filizlenen bir yanım ise, buradan bir an önce kaçmam gerektiğini söylüyordu. Gerçi kaçsam ne yapacaktım? Nereye gidecektim? Beni anında bulurlardı ve hatta aileme zarar bile verebilirlerdi. Kaçışım yoktu. İşte o an, çaresizliğin zehri, dalga dalga yayıldı gökyüzüne doğru. Ağaçların yaprakları bile, aciz bir ruhun anısına dans etmeye, kuşlar ise şarkılar fısıldamaya başladı.

Zed derin bir iç çektiğinde elini, yüzüne sıkıca bastırdığını fark ettim. Dün gece hiç uyumamıştı ve saatlerdir kağıtlarla bakışıyordu. Ne ile ilgilendiğini bile bilmiyordum. Saatlerce bakışmasına neden olan kağıtlarda, bu kadar önemli ne yazıyor olabilirdi ki?

Derin bir iç çekerek ayağa kalktığımda elini, yüzünden çekti ve o anda gözlerimiz kesişti. Gözlerinin beyaz kısmı, kan çanağına dönmüştü ve göz altlarında torbalar oluşmuştu. Bu anlamsız bakışmamız çok uzun sürmeden evin içine girdim ve mutfağa doğru ilerledim. En azından bir bardak su içebilirdim.

LİLİUMHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin