17. Bölüm

914 100 10
                                    


Ortalık hâlâ biraz aydınlıktı, ay da gitgide parlamakta olduğu için onu açıkça görebiliyordum. Kürk yakalı, çelik kopçalı bir binici pelerinine bürünmüştü. Ayrıntılarını görememekle birlikte, onun orta boylu, geniş omuzlu olduğunu seçmiştim. Sert çizgili, çıkık alınlı, esmer bir yüzü vardı. Çatık kaşları, gözleri o anda öfkeli bir çaresizlik püskürmekteydi. İlk gençliğini geride bırakmışsa da orta yaşa varmamıştı henüz, otuz beş yaşlarında gösteriyordu. Ondan korkmuyordum; yalnız, yabancı olduğu için, çekiniyordum, utanıyordum biraz. Masal kahramanlarına benzeyen yakışıklı bir genç olsaydı böyle karşısına geçerek, bana yüz vermediği halde sorular sormaya, istemediği halde yardım önermeye dünyada cesaret edemezdim. Ömrümde yakışıklı bir genç erkekle ne görüşmüşlüğüm, ne de konuşmuşluğum vardı. Uzaktan uzağa, güzellik, zariflik, naziklik, çekicilik gibi niteliklere karşı ezbere bir hayranlık duyuyordum, ama bunları bir erkekte toplanmış olarak karşımda görsem, benim ruhuma hiçbir yönden tanıdık olmadıklarını içgüdümle sezer, onlardan kaçınırdım. Ateşten, yıldırımdan, yani parlak olmakla birlikte cana yakın olmayan şeylerden kaçar gibi kaçınırdım. Hatta bu yolcu bana güler yüzle, tatlı dille karşılık vermiş olsa, yardım önerimi süslü teşekkürlerle geri çevirmiş olsa, gene yoluma gider, önerilerimi yinelemek gereğini duymazdım, ama onun asık suratlı, kabalığa kaçan tutumları bana rahatlık veriyordu. Elini sallayarak gitmemi işaret ettiği zaman bile hiç yerimden kımıldamadım.

"Bu geç saatte, bu ıssız yerde sizi bırakıp gitmem olası değil, efendim. Atınıza binebilecek durumda olduğunuzu görmek istiyorum."

O zaman adam bana baktı. Ondan önce doğru dürüst bakmamıştı bile.

"Bana kalırsa sizin de evinizde olmanız gerekir bu saatte, buralarda bir yerde oturuyorsanız," dedi. "Nerede sizin eviniz?"

"Aşağıdaki vadide, uzak değil. Zaten ay ışığında gece geç vakit yalnız dolaşmaktan korkmam ben. Gerekirse size yardım çağırmak için seve seve koşarım Hay köyüne. Zaten oraya gidiyorum, postaneye mektup vereceğim."

"Aşağıdaki vadide mi oturuyorsunuz? Yani şu kuleli, mazgallı evde mi?"

Adam, Thornfield'i gösteriyordu. Ay şimdi konağın üzerine bembeyaz, buzlu bir aydınlık serpmekteydi. Batı ufkunun kızıllığı yanında, koca bir gölgeler yığınını andıran koruluğun önünde konak, solgun, apaçık göze çarpıyordu.

"Evet, efendim," dedim.

"Kimin evi bu?"

"Mr. Rochester'ın."

"Mr. Rochester'ı tanıyor musunuz siz?"

"Hayır, kendisini hiç görmedim."

"Burada oturmuyor demek?"

"Oturmuyor."

"Nerede olduğundan haberiniz var mı?"

"Yok."

"Konakta hizmetçi falan değilsiniz, elbet. Olsa olsa..." Adam duralayarak bakışlarını giysilerimde dolaştırdı. Her zamanki gibi sade giyinmiştim: Siyah yün pelerin, siyah kürk şapka. Adam benim ne olabileceğimi bilemez gibiydi.

Yardımına koşarak, "Mürebbiyeyim," dedim.

"Ha, mürebbiye! Tüh be, unutmuşum! Mürebbiye demek!" Adam kılık kıyafetimi gene şöyle bir süzdü. Bir-iki dakika sonra da çitten kalktı; ama ayağının üstüne bastığı zaman yüzü can acısıyla buruştu.

"Sizi yardım istemeye gönderemem; ama zahmet olmazsa siz kendiniz bana bir yardımda bulunabilirsiniz," dedi.

"Elbette, efendim."

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin