40. Bölüm

1K 82 22
                                    


Her tarafın buz kestiği bir ikindi saatinde, at sırtında Thornfield'e yaklaştım. Konak uzaktan görünmüştü. Uğursuz, sevimsiz yer! Beni çatısının altında bekleyen bir huzur, bir mutluluk yoktu... Biliyordum bunu. Bir çitin üzerinde tek başına oturan ufak, sessiz bir karaltı gördüm. Karşıdaki kavak ağacının önünden geçercesine ilgisiz, onun önünden atımı sürüp geçtim. Onun hayatımda oynayacağı rol o anda içime doğdu, dersem yalan söylemiş olurum. Orada, gösterişsiz olarak, benim hayatımın hakemi beni beklemekteymiş meğer... Beni iyiye ya da kötüye yöneltebilecek olan güç! Evet, bu bana malum oldu, dersem yalan. Mesrur ayağı kayıp devrilince bu karaltı yerinden kalkıp ciddilikle bana yardım sundu da gene hiçbir önsezi duymadım ben. Beni o çocuksu, incecik kanadının üstüne alıp uçurmayı önermişti. Terslenip homurdandım, bu yaratık kaçıp gitmedi. Bir garip inatla yanımda durmuş güvençli, adeta üstün bir edayla konuşuyordu. İlle bana yardım edecekmiş. Etti de sonunda.

O incecik omza yaslanır yaslanmaz yepyeni bir şey –taze bir yaşam gücü, taze duygular– benliğime süzülür gibi oldu. Bu küçük, perili kızın benim konağımda oturduğunu, birazdan gene bana döneceğini iyi ki öğrendim; yoksa, yanımdan ayrılıp da gölgeli çitlerin arasında gözden yittiği zaman herhalde müthiş üzülecektim.

Benim seni nasıl düşündüğümden, nasıl yolunu gözlediğimden senin haberin bile yoktu besbelli, Jane. O gece senin eve dönüşünü duydum ben. Ertesi gün de –kendimi göstermeden– belki yarım saat senin yukarıdaki çekme balkonda Adela'yla oynamanı seyrettim. Aklımdadır, hava karlı olduğu için bahçeye çıkamamıştınız. Ben de odamdaydım. Kapıyı aralık bıraktığım için sizi hem görebiliyor, hem de seslerinizi duyuyordum.

Sen dikkatini Adela'ya vermiştin ama bana öyle geldi ki aklın başka şeylerdeydi. Öyleyken gene de çocuğa karşı çok sabırlı, sevecendin, biricik Jane. Uzun zaman onunla konuştun, onu eğlendirdin. Sonunda o yanından ayrılınca sen derin düşüncelere daldın. Balkonda yavaş yavaş gezinmeye başladın. Bir aşağı, bir yukarı. Ara sıra bir pencerenin önünden geçerken duruyor, dışarıda lapa lapa yağan karlara bakıyordun. Rüzgârın iniltisine kulak kabartıyordun, sonra gene usul usul, bir aşağı, bir yukarı geziniyor, hayallere dalıyordun. Bu hayaller sıkıcı şeyler değildi sanıyorum. Gözlerinde ara sıra keyifli bir bakış ışıyor, yüzünde tatlı bir heyecan beliriyordu ki bu da senin acı, karanlık kuruntulara değil de gençliğin umut, inanç dolu tatlı düşlerine dalmış olduğunu gösteriyordu. Aşağıda bir hizmetçiyle konuşan Mrs. Fairfax'in sesi senin hayallerini dağıttı. O anda kendi kendinle alay eder gibi öyle tuhaf bir gülümseyişin vardı ki, Jane! Cin gibi bir gülümseyiş. Sanki 'Kurduğum tatlı düşler iyi, hoş ama bunların tümden asılsız olduğunu da unutmamalıyım!' der gibiydi. 'Kafamda gül pembe bulutlar, çiçekli, yemyeşil bir cennet var. Gelgelelim gerçek yaşamda, önümde dikenli, taşlı bir yolun uzandığını, beni kim bilir kaç tane kara kasırga beklediğini de bal gibi biliyorum,' der gibiydi bu gülümseyiş. Hemen aşağıya koştun, Mrs. Fairfax'ten bir iş istedin. Haftalık ev hesaplarını mı yapmak istiyordun ne, öyle bir şey. Seni göremeyeceğim yere gittiğin için enikonu canım sıkıldı.

Akşam olsun da seni yanıma çağırtabileyim diye sabırsızlıkla bekledim. Sende az rastlanan, hele benim için yepyeni olan bir kişilik bulunduğunu seziyordum. Bu kişiliği daha derinine incelemek, seni daha yakından tanımak istiyordum. Salona hem utangaç, hem de gözü pek, kendine güvenir bir edayla girdin. Kişiliğin gösterişsiz, hatta biraz rüküştü. Seni konuşturdum, yaradılışının tuhaf çelişkilerle dolu olduğunu çok geçmeden anladım. Giyiniş, davranış bakımından kapalı, çekingendin. Yaradılıştan kibar, ince olduğun, yalnız şimdiye kadar insan içine pek çıkmadığın anlaşılıyordu. Bir pot kırarak karşındakinin üzerinde kötü bir etki bırakmaktan çok çekiniyordun. Ancak, konuştuğun zaman gözlerinin bakışı yiğit, bağımsızdı. Bakışlarından anlayış, görüş yetisi, irade gücü taşıyordu. Soru soruldu mu hemen hazır, doyurucu karşılıklar bulabiliyordun. Çok geçmeden bana alışmaya başladığını anladım. Çatık kaşlı, yüzü gülmez efendinle kendi ruhunun arasındaki yakınlığı sen de sezmiştin sanırım; çünkü –şaşılacak şey– çok geçmeden üzerine pek tatlı bir rahatlık çöktü. İstediğim kadar homurdanayım, sen oralı bile olmuyordun. Benim huysuzluğuma karşı ne şaşkınlık gösteriyordun, ne korku, ne de hoşnutsuzluk. Gözucuyla beni süzüyordun. Ara sıra da öyle doğal, yalın bir anlayışla gülümsüyordun ki anlatamam! Seninle konuşmak beni hem doyurup hoşnut bırakmış, hem de zihnimi kamçılamıştı. Seni daha çok görmek, seninle daha çok konuşmak istiyordum. Öyleyken, gene de uzun zaman sana resmî davrandım, seni yanıma seyrek çağırdım. Ruhsal hazlara karşı doymaz bir oburdum sanki: Bu değişik çeşnili söyleşilerin tadını elimden geldiğince uzatmak istiyordum. İlk önceleri korkuyordum da: Bahçemde açan bu çiçeği çok koklarsam rengi uçacak, kokusu kaçacak, tazeliğinin tatlılığı yitecek gibi geliyordu. Meğer bu solup geçen türden bir çiçek değil, çiçek biçiminde yontulmuş bir elmasmış! Sonra, bakalım sen gelip kendiliğinden beni arayacak mısın, diye de merak ediyordum. Kendiliğinden aramıyordun sen beni. Sessiz sedasız, kendi yaşantını sürdürüyordun. Bir yerde rastlaştığımız zaman da, ayıp olmayacak kadar bir ilgi gösterdikten sonra, hemen yoluna gidiyordun. O zamanlar hep düşünceli, durgun bir halin vardı, Jane. Asık suratlıydın demek istemiyorum, ama yaşam dolu da değildin. Öyle ya, gelecekten pek bir umudun, her günkü yaşayışında pek bir zevkin, eğlencen yoktu.

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin