41. Bölüm

896 79 8
                                    


Aradan iki gün geçti. Bir yaz akşamındayız. Arabacı beni Whitcross diye bir yerde indirdi; çünkü verdiğim paraya karşılık beni daha öteye götürmesi olanaksızdı, benim de dünya yüzünde tek bir şilinim daha yoktu. Şu sırada araba benden belki bir-bir buçuk kilometre öteye gitmiştir, bense yalnızım. Çıkınımı arabadan indirmeyi unutmuş olduğumu şimdi anlıyorum. Varım yoğum arabada kaldığına göre artık bütün bütün hiçbir şeysiz, ele bakar durumdaydım.

Whitcross kasaba falan değil, köy bile sayılmaz. Dört yol ağzına dikilmiş, karanlıkta uzaktan daha kolay seçilsin diye olacak, beyaz badanalanmış bir dikili taştan ibaret. Taşın tepesinden dört kol fırlamış. Bu kolların gösterdiği en yakın yer on beş kilometre uzaklıkta, en uzağı otuz kilometreden öte. Bu kasabaların, köylerin iyi bildiğim adlarına göre hangi ilde olduğumu anlıyorum. Fundalıklarla gölgelenmiş, dağlarla çevrilmiş bir orta kuzey bölgesindeyiz; bunu biliyorum. Arkamda, her yanımda uçsuz bucaksız bozkırlar uzanıyor. Önümdeki derin vadinin ta ötelerinde dalga dalga dağlar. Buralarda nüfus yoğunluğu az olsa gerek. Yollarda hiç kimse yok. Beyaz, geniş, ıpıssız yollar bunlar; doğuya, batıya, kuzeye, güneye doğru uzanan yollar. Hepsi de bozkırların bağrına çizilmiş; gür, başıboş fundalar, yolların ta kenarlarına kadar gelmiş...

Gene de bir gelip geçen olabilir her an. Bense şu sırada kimsenin gözüne görünmek istemiyorum. Benim bu yol kavşağında böyle yapayalnız oyalandığımı görenler amaçsız, yersiz yurtsuz olduğumu elbet anlayarak ne yaptığımı, kim olduğumu merak edebilirler. Soru sorabilirler bana. Vereceğim karşılıkların akla uzak gelip kuşku uyandırması da doğal. Şu anda beni insanlara bağlayan hiçbir bağ yok. Beni insan kardeşlerimin arasına çeken ne bir umut, ne bir ses var. Beni gören hiç kimse iyi şeyler düşünüp hayırduası edemez. Hepimizin anası olan Toprak Ana'dan başka kimsem yok. Onun göğsüne sığınıp huzur arayacağım.

Dosdoğru fundalıkların arasına daldım. Önümde uzanan derin bir hendekten gitmeye başladım, toprağın kıvrımları boyunca diz boyu çalılar arasından yürüyerek ilerledim. Göze çarpmayan yosunlu bir granit kaya bularak dibine oturdum. Çevremde hendeğin yüksek kenarları, başımın üzerinde kayanın kalkanı, onun üstünde de gökyüzü vardı. Bu ücra köşede bile bir süre heyecan çektim. Buralarda belki yaban boğaları geziniyordur ya da bir avcı beni görür, diye korkuyordum. Issız fundalıkların üzerinden bir rüzgâr esse, boğa saldırıyor, diye ödüm koparak irkiliyordum. Gece kuşlarının ıslıklarını insan sesi sanıyordum. Gece iyice bastırmaya başlayınca ortalığa derin bir sessizlik indi, korkularımın yersiz olduğunu anlayarak yatıştım. Şimdiye dek pek düşünmemiştim; çevremi gözetleyip dinlemek, duyduğum korkular bana yetmişti. Şimdi kafam da çalışmaya başladı.

Ne yapacaktım? Nerelere gidecektim? Ne dayanılmaz bir soru! Hiçbir şey yapamayacağım, hiçbir yere gidemeyeceğim öyle ortadaydı ki! İnsanların oturduğu bir yere ulaşabilmem için bile şu bitkin, titrek bacaklarımla uzun yollar aşmam gerekiyordu. Bir çatı altı bulabilmem ancak tanımadığım insanların acımasına bağlıydı. Derdimi dinletebilmek, ihtiyaçlarımdan tekini olsun giderebilmek için yalvaracak, dilenecektim; birçok kapı da yüzüme kapanacaktı.

Fundalara dokundum. Yaz güneşinden hâlâ sıcacık, kupkuruydular. Gökyüzüne baktım: lekesiz. Hendeğin tam kenarından içeri iyi yürekli bir yıldız gözünü dikmişti. Biraz sonra çiy düşmeye başladı... Yumuşacık. Bir nefes rüzgâr bile yoktu. Doğa iyi ve geniş yürekliymiş gibi geldi bana; yersiz yurtsuz, kimsesiz olmama karşın beni seviyormuş gibi geldi. İnsanoğlundan ancak kuşku, aşağılama, zulüm beklediğim için, ben de Tabiat Ana'ya bir çocuk gibi sokuldum. Hiç olmazsa bu gece onun hem yavrusu, hem de konuğu olurdum; beni para pul istemeden ağırlardı elbet. Elimde bir kabuk ekmeğim kalmıştı. Fundalar arasında karakehribarlardan yapılma boncuklar gibi ışıldayan olgun yabanmersinleri gözüme ilişti. Bir avuç topladım, ekmeğime katık edip yedim. Bu sade yiyecek içimi kazıyan açlığı bütün bütün gidermediyse de biraz bastırdı. Yemeğimin sonunda akşam duamı ettim, sonra yatağımı seçtim: Fundalıklar pek yüksek, pek sıktı. Yatıp uzanınca ayaklarım dalların arasına gömüldü. Yapraklar gece havasının sızması için pek az yer bırakıyordu. Şalımı ikiye katladım, yorgan diye üzerime örttüm. Alçak, düzgün, yosunlu bir tümsek bana yastık oldu. Şimdilik rahattım, üşümüyordum da. Güzel bir dinlenme olabilirdi bu. Yazık ki içimin acısı uykumu dağıtıyordu. Yüreğim, kanayan yaralarından, kopan bağlarından yanıp yakınmaktaydı. Efendim için titriyor, onun başına gelebilecek felaketler için ağlıyordu; ona karşı derin, sızılı bir sevgi, dinmez bir özlemle dopdoluydu. Kanadı kırık kuşlar gibi çaresiz, sevdiği adama doğru uçabilmek için çırpınıp duruyordu.

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin