27. Bölüm

978 87 17
                                    


İçeri girdiğimde kitaplık sessiz, dingindi; Sibylla –gerçek bir Sibylla'ysa yani– şöminenin kenarındaki bir koltuğa keyfince kurulmuş oturuyordu. Sırtında kırmızı bir pelerin, başında da siyah bir şapka vardı... Yollu bir mendille çenesinin altından bağlanmış, geniş kenarlı bir çingene şapkası. Masa üzerinde sönük bir şamdan duruyordu. Kadın ateşe doğru eğilmiş, elindeki dua kitabına benzer ufak bir kitabı alevlerin ışığında okur gibiydi; çoğu yaşlı kadınlar gibi de okurken mırıldanıyordu. Ben girince okumasını kesmedi: Bitirecek bir yeri vardı anlaşılan.

Ocağın önündeki halının üzerinde durdum; ellerimi ateşe tuttum. Salonda şömineden uzakta oturduğum için üşümüştüm biraz. Çok soğukkanlıydım; zaten çingenenin görünüşünde hiç de insanı telaşa verecek bir şey yoktu. Şapkasının kenarı yüzünü yarı yarıya gölgede bırakıyordu, ama gene de bunun garip bir yüz olduğu belliydi. Yağlı, kara bir derisi vardı; şapkanın altından da cadı saçına benzer karmakarışık perçemler taşmaktaydı. Gözlerini cüretle, dik bir bakışla gözlerimin ta içine dikti. Sonra, bakışı kadar keskin, yüzünün çizgileri kadar kaba bir sesle, "Ey, gel bakalım," dedi. "Demek fal baktırmak istersin ha?"

"Bence hava hoş, teyze," dedim. "Sen istersen bak falıma. Ama önceden söyleyeyim: Öyle şeylere inanmam ben."

"Tam senden umulacak bir küstahlık bu. Bekliyordum zaten ben bunu. Kapıdan içeri girdiğinde ayak sesinden anladım."

"Öyle mi? Kulakların keskinmiş, öyleyse."

"Keskindir ya! Gözlerim de keskindir, beynim de."

"Bu meslekte hepsi gerek sana."

"Elbet... Hele senin gibi müşterilerle baş edebilmek için! Kız, sen neden tiril tiril titremiyorsun karşımda?"

"Üşümüyorum da ondan."

"Neden benzin kül gibi olmuyor?"

"Hasta değilim de ondan."

"Neden fal baktırmıyorsun bana?"

"Aptal değilim de ondan."

Kocakarı başını eğerek, "Keh keh!" diye bir güldü. Sonra, kısacık, kapkara bir pipo çıkarıp yaktı, tüttürmeye başladı. Bir süre bunun keyfini sürdükten sonra, iki büklüm duran sırtını doğrulttu; piposunu ağzından çekti, gözlerini ateşe dikerek tane tane konuştu:

"Üşüyorsun, hastasın, aptalsın!"

"Kanıtla!" diye çıkıştım.

"Birkaç sözcük yeter buna: Üşüyorsun; çünkü yalnızsın, içinde gömülü duran ateşi hiçbir insanın yakınlığı alevlendirmiyor. Hastasın; çünkü duyguların en güzeli, insanoğluna bağışlanan en tatlı, en yüce duygu senden uzak duruyor. Aptalsın; çünkü onca acı çekerken gene de mutluluğu yanına çağırmaktan kaçınıyorsun; onun seni beklediği yere doğru bir adım atmaya bile yanaşmıyorsun."

Kocakarı gene o kısa, kara piposunu ağzına götürdü, fosur fosur tüttürmeye başladı.

"Benim bu konakta çalışarak ekmeğimi kazandığımı biliyorsun," dedim. "Senin söylediklerin bu koşullar altında yaşayan herhangi birine uyabilir."

"Bu koşullar altında, diyorsun. Güzel, ama tıpkı tıpkısına bu koşullar altında yaşayan başka birini daha bul bakalım."

"İstersen binlerce kişi bulabilirsin kolayca."

"Bir tane daha bulamazsın. Senin haberin yok ama sen kimselere benzemeyen bir durumdasın. Mutluluğun çok yakınındasın... Evet, elini uzatsan yetişebilecek kadar yakın. Bütün hammaddeler hazır... İş bunları birbirine katmak için bir adım atmana bakıyor yalnızca. Yazgı bu hammaddeleri birbirinden uzak tutmuş biraz; ama bir kez birleştirdin mi artık mutluluğun sonu yok."

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin