37. Bölüm

931 86 46
                                    


Sophie sabah yedide beni hazırlamaya geldi. İyice uzattı bu işi. O kadar ki, Mr. Rochester benim gecikmemden sabırsızlanmış olsa gerek, yukarıya haber gönderip neden inmediğimi sordurdu. Bu sırada Sophie duvağımı (o sade, dört köşe tüle kalmıştık gene sonunda), iğneyle saçlarıma tutturmaktaydı. Onun elinden kurtulur kurtulmaz kapıya seğirttim.

Sophie, Fransızca olarak, "Durun!" diye bağırdı. "Aynada kendinize bakın bir kez. Hiç bakmadınız."

Kapıdan, dönüp aynaya baktım: Uzun elbiseli, duvaklı bir hayal gördüm. Her zamanki bana öylesine benzemiyordu ki, bir yabancının hayaliydi sanki.

Aşağıdan, "Jane!" diye bir ses yükseldi, hemen koştum. Merdiven dibinde efendim duruyordu. "Nerelerdesin?" dedi. "Sabırsızlıktan bana ateşler basıyor, sen oyalandıkça oyalanıyorsun."

Beni yemek salonuna aldı, baştan ayağa o keskin bakışlarıyla süzerek "zambaklar gibi nefis" olduğumu, "yalnız gönlünün süruru değil, gözünün de nuru" olduğumu söyledi. Sonra bana kahvaltı için on dakika kadar vereceğini söyleyerek çıngırağı çaldı. Yeni tutmuş olduğu uşaklardan biri geldi.

"John arabayı hazır ediyor mu?"

"Evet, Beyefendi."

"Bavullar indirildi mi?"

"Şimdi indiriyorlar, Beyefendi."

"Sen, çabuk kiliseye git, bak bakalım Rahip Wood'la kâtip bey oradalar mı? Sonra gel, bana haber ver."

Kilise, okuyucumun da bildiği gibi, bahçe kapısından az ötedeydi. Uşağın gidip dönmesi uzun sürmedi.

"Papaz efendi cüppesini giyiyordu, efendim."

"Ya araba?"

"Atları koşuyorlar, Beyefendi."

"Kiliseye giderken arabayı istemiyoruz ama döndüğümüz anda hazır bulmalıyız. Bütün sandıklar, bavullar bağlanmış, arabacı da yerine geçmiş olmalı."

"Baş üstüne, Beyefendi."

"Jane, sen hazır mısın?"

Ayağa kalktım. Ayağımıza bağ olup bizi oyalayacak sağdıçlar, nedimeler, hısım akrabalar yoktu; yalnız Mr. Rochester'la ben. Salondan çıktığımızda Mrs. Fairfax sofada duruyordu. Onunla konuşmak için can attım, ama elimi demir bir pençe sıkmış, beni zor yetişebildiğim bir hızla sürükleyip götürüyordu. Mr. Rochester'ın yüzüne bakmak demek, bir saniyelik bir gecikmenin bile hiçbir surette bağışlanmayacağını bilmek demekti. Dünyada hiç böyle güvey görülmüş müdür acaba? Böyle inatçı, böyle sert azimli... Gür kaşlarının altında gözleri böyle alev alev parlayan... Hava açık mıydı, kapalı mı, bilmiyorum. Araba yolundan aşağı yürürken ne yere bakıyordum, ne göğe. Bütün canım gözlerime toplanmıştı sanki, gözlerim de efendimdeydi. Onun gözlerinde böyle müthiş şimşekler çaktıran şeyi görmek istiyordum. Göğüsleyip karşı geldiği gizli düşünceleri okumak istiyordum. Kilise avlusunun kapısında durdu. Soluk soluğa kalmış olduğunu gördüm.

"Sevda beni zalim mi yapıyor?" diye sordu. "Duralım bir an. Yaslan bana, Jane."

Şimdi bile, o anda karşımızda sessiz yükselen o kurşun renkli Tanrı evini, çan kulesinin çevresinde dönüp dolanan tek bir kargayı, geride uzanan pespembe sabah göklerini görür gibiyim. O yeşil mezar tümsekleri gene gözümün önünde belirir gibi oluyor. Bu tümseklerin arasında gezinerek yosunlu mezar taşlarını okuyan iki yabancı erkeği de unutmuş değilim. Onları hemen ayrımsamıştım; çünkü bizim gelişimizi görünce kilisenin arkasına doğru yürümüşlerdi. Yan kapıdan içeri girip töreni izlemek istediklerinden hiç kuşkum yoktu. Mr. Rochester onları görmedi; çünkü onun gözleri benim heyecandan, yorgunluktan bembeyaz kesilmiş yüzümdeydi. Alnımın ter içinde kaldığını, dudaklarımla yanaklarımın buz kestiğini duyumsuyordum. Çok geçmeden kendimi topladım, efendim de beni, bu kez yavaş yürüterek, kilisenin sundurmasına çıkardı.

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin