45. Bölüm

820 89 6
                                    


Köy okulundaki çalışmalarımı elimden geldiği kadar canla başla yürütüyordum. Önceleri gerçekten çetin işti bu. Öğrencilerimin huylarını, yaşayışlarını anlayabilinceye kadar, bütün çabalarıma karşın çok zaman geçti. Hiç eğitilmemiş oldukları için usları uyuşmuştu, kalın kafalı, aptal gibi geldiler bana... Hem de hepsi aynı biçimde kalın kafalı. Yanıldığımı çok geçmeden de anladım. Okumuş kimseler gibi onların arasında da ayrımlar vardı. Onları tanıdıkça bu ayrımları çabucak seçer oldum. Onlar da, benim konuşmam, giyinişim, davranışım, koyduğum kurallar karşısında duydukları şaşkınlık azaldıkça bana alışmaya başlamışlardı. O zaman bu kaba, alık görünüşlü köy kızlarının zekâ, kavrayış bakımından da uyanmaya başladıklarını gördüm. Birçoğu iyi huyluydu, bana yaranmaya da hevesliydiler. Kimisi doğuştan kibar, onurlu ve yetenekli olduğu için hem dostluğumu, hem de hayranlığımı kazanıyorlardı. Bu kızlar çok geçmeden derslerini iyi yapıp derli toplu gezmekten, yol yöntem öğrenmekten övünç duymaya başladılar. Hatta birçoğunun gelişmesindeki hız şaşırtıcıydı, diyebilirim. Bütün bunlar bana haklı bir kıvanç, sevinç veriyordu. En parlak öğrencilerimi gerçekten sevmeye başlamıştım. Onlar da beni seviyorlardı.

Öğrencilerimin arasında birçok çiftçi kızı vardı ki büyük, yetişkin kızlardı. Bunlar okuyup yazabiliyor, dikiş dikiyorlardı. Ben de onlara dilbilgisi, tarih, coğrafya, nakış öğretiyordum. Aralarında gerçekten değerli, kişilik sahibi kızlar keşfettim... Bilgiye susamış, yetenekli. Onları kendi evlerinde görmeye giderek birçok tatlı akşam saatleri geçiriyordum. Kızların ana babaları beni nasıl ağırlayacaklarını bilemiyorlardı. Onların alçakgönüllü sunularını kabul etmek, buna incelikle karşılık vermek benim için pek tatlı oluyordu. Bu köylüler kentlilerden saygı, incelik görmeye pek alışık olmasalar gerekti ki gördükleri zaman pek hoşlarına gidiyor, onlar için yararlı da oluyordu; çünkü hem benlikleri okşanıyordu; hem de gördükleri saygıya layık olabilmek için kendileri de saygılı, nazik davranmaya başlıyorlardı.

Sanırım köyde herkesçe sevilmeye başlamıştım. Ne zaman sokağa çıksam güler yüz, tatlı dil buluyordum. Çevrenin saygısını, sevgisini kazanmak, "dingin, tatlı güneş ışığında oturmak" gibidir. Bu ışığın etkisiyle insanın içinde huzur duyguları biter, filizlenir. Hayatımın bu döneminde yüreğim tasalanmayı unutmaya yüz tutmuştu, durup durup şükranla, minnetle dolup taşıyordu.

Yalnız, sevgili okurum, her şeyi olduğu gibi söylemek gerekirse, bu dingin, bu yararlı yaşantı sırasında, işimin başında, alın teriyle geçirilmiş rahat bir akşamdan sonra geceleyin uyuyunca kendimi acayip düşler arasında buluyordum... Renk renk, heyecanlı; hareket, fırtına dolu, aşk, mutluluk düşleri! Görülmedik yerlerde, serüvenler arasında, tehlikeli, romantik durumlarda boyuna Edward Rochester'la karşılaşıyordum. Böylece, onun kollarına atılıp sesini duymanın, onu okşamanın, onunla göz göze gelmenin, onu sevmenin, onun da beni sevmesinin mutluluğu, onunla birlikte bir ömür geçirmek umudu, bütün şiddetiyle, ateşiyle içimde yeni baştan tazeleniyordu. Sonra uyanıyordum, nerede olduğumu, ne durumda bulunduğumu anımsıyordum gene. Titreyip ürpererek doğrulup oturuyordum perdesiz, basit karyolamın içinde. Karanlık gece de benim umutsuzluk çırpınışlarımla özlem, keder gözyaşlarımın tanığı oluyordu. Ertesi sabah dokuza kadar durulup kendimi topluyor, günün aralıksız çalışmalarına hazır, okulumu açıyordum.

Rosamond Oliver beni görmeye geleceğine ilişkin sözünde durdu. Çoğunlukla, sabahleyin çıktığı at gezintileri sırasında geliyordu. Arkasında at üstünde, üniformalı bir uşakla, çokluk kısrağını koşturarak gelirdi kapıya. O mor binici kostümüyle, omuzlarına dökülen saçlarının üzerine kondurduğu siyah kadife şapkasıyla bir içim su gibiydi; ondan daha zarif bir insan düşünülemezdi. Böylece, köy okuluna girer, gözleri kamaşmış köy kızlarının arasında dolaşırdı. Çoğu zaman da St. John'un din dersi verdiği saatte gelirdi hep; korkarım, bakışlarıyla genç papazın yüreğini deler, geçerdi. St. John onun girişini görmese –içgüdüsüyle mi sezerdi nedir– arkası kapıya dönük bile olsa Rosamond eşikte belirdi mi, onun yüzü yanmaya başlardı. O heykelimsi ifadesi sözle anlatılamayacak bir biçimde değişir, baskı altında tutulan bir ateşin özü olup çıkardı. Genç kız kendi etkisini bilmez değildi elbet; zaten St. John'un da duygularını ondan gizlediği pek yoktu; çünkü gizlemek elinde değildi. Bütün iradesine karşın, kız onun karşısına geçip de yüz verircesine, neşeyle, hatta sevgiyle gülümseyince papazın elleri titremeye, gözleri çakmak çakmak tutuşmaya başlardı. O zaman, sözle söyleyemediklerini gözlerinin o üzgün, azimli bakışıyla söylerdi sanki: "Seni seviyorum. Senin de bana karşı bir yakınlık beslediğini biliyorum. Beni geri itmen korkusu değildir dilimi bağlayan. Gönlümü sunsam kabul edeceğine inanıyorum. Yalnız, bu gönül kutsal bir sunağa adanmış bulunuyor. Yakında sunağın çevresindeki ateş yakılacak ve gönlüm Tanrı'ya kurban edilerek bir avuç kül olup çıkacak!"

Jane EyreHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin