4: Bedbaht Adamın Temâşâsı

793 101 73
                                    

The Red Army Choir- Soirees de Moscou (Moscow Nights)

Dinsizdim, İstanbul'da minareler üstüme yıkıldı
Yoksuldum, Kudüs'te kiliseler kabul etmedi beni
Gelme diyorsun
Bu gel demektir
Birazdan akşam olacak
Rachmaninoff'la bir meyhanede içmeliyim bu gece
Sonra sana gelmeliyim
Rachmaninoff nereye giderse gitsin

Ümit Yaşar Oğuzcan

1944;

Başkasının evi bambaşka, büyülü bir dünya gibiydi benim için. Hüma hanım ile gittiğim misafirliklerde, kaç yaşında olursam olayım, etrafı meraklı bir çocuk gibi inceler, bütün kitaplıkları karıştırma isteği ile dolardım.

Eve girer girmez, güzel bir koku çarptı suratıma. Haftalardır güzel kokulara uzak olan benliğim, büyük bir sevinçle karşılamıştı bu durumu.

Gözlerim bir şahin gibi oradan oraya dönüyor, yine de misafir olduğumu unutmadan onun arkamda ne yaptığını merak ediyordum.

Evi benimkinden çokça farklıydı. Bir insanın burada yaşadığı belliydi benim evimin aksine.

Ayrıca, öldürecek olsa öldürürdü şimdiye kadar değil mi?

"Oturun lütfen, size sıcak bir şeyler ikram edeceğim." Günlerdir suratıma bakmayan adamın kibarlığını samimiyetsiz bulurdum normal şartlarda fakat, içinin böyle olduğuna her nedense emindim.

Misafir çocuğu gibi gidip koyu yeşil minderli, kahve kenarlıklı şık koltuğa çöktüm. Salonun büyük duvarına koca bir kitaplık konulmuştu fakat çoğu kitap yerdeydi. Bir sürü fotoğraf, zarflar da öyle.

Pis olmadığı belliydi fakat katiyen düzenli değildi. Kendi çizdiğinden emin olmadığım birçok tablo da duvara yaslıydı öylece.

Merdivenleri çıkmasının aksine, evdeki adımları daha yumuşaktı. Fakat varlığını belli ediyordu yine de.

"Bekletmedim, umarım." Rusçası çok akıcı, hızlıydı. Bazı kelimeleri kaçırıyor olmalıydım arada.

Elindeki beyaz, çiçekli, porselen fincandaki çayı bana uzattı. Mis gibi Türk çayı kokuyordu. Gülümsedim.

"Türk çayını seviyor olmalısınız... Geçen gün de İsmet'ten alırken karşılaşmıştık." O da tekli koltuğun üzerindeki kitapları indirip oturdu karşıma.

Yüzünde hafif bir gülümseme oluştu. "Dikkatli birisiniz. Evet, Türk çok arkadaşım oldu, onlardan kalan bir alışkanlık diyebiliriz. Size kendimi tanıtmadım, ben Andrei İlya Vsevolod. Fakat siz bana, İlya ya da İlyuşa derseniz müteşekkir olurum, Andrei isminden pek haz etmiyorum." Yüzündeki yumuşak gülümseme silinmeden sözlerini bitirdiğinde, ben sarı saçlarının rengini neye benzetmem gerektiğini düşünüyordum.

Fakat çoktan canlanmıştı aklımda bir şeyler. Küçükken koşturduğum buğday tarlasının, öğle vaktindeki rengiydi bu. Öylesine parlak, öylesine göz alıcı bir sarı. Yumuşacık. Ellerim dokunmak istercesine öne atılsa da hemen fincana geri sardım.

Bu sırada adımla ilgili yalan söyleyip söylememeyi de düşündüm. Sonra, birden bunun çok da önem arz etmediğine karar verdim içimde. Yalanla başlamak istemezdim hiçbir şeye. Ölmekle yaşamak arasında pek bir farkın kalmadığı günlerde yaşıyordum neticede.

Gözlerimi uzun parmaklarından çekip gözlerine çıkardım. Sanki seneler geçmişti bir adamın gözlerinde erimeyeli.

"Giryan Hürcan." dedim yalnızca. Ne çıkarırsa çıkarsındı buradan artık. Giryan adı, annemin İranlı bir kadın olmasındandı fakat zaten İranlı da olsam, Türk de olsam düşmanlık olacaktı aramızda.

Sana DairWhere stories live. Discover now