7: Kafesteki Sarı Kuş

696 89 53
                                    

Kalenderi- Can Dediğin Bir Kuştur

mesela mevsim kışsa yağmur yağıyorsa mesela annem de yoksa yanımda mesela, şimşek de çakıyorsa ben çok korkarım ağlarım

ana bana kurşun dök. dua oku. üfle ana
ana ben daha çok küçüğüm, bana ninni söyle ana

yalnızım, bunu hep söylüyorum yalnızım, bunu hep söylüyorum

Arkadaş Z. Özger

1944;

Sarı kuş...

Sarı bir kuş düşledim onu evimde görünce. O sarı kuş uçtu, benim kafesime kondu. Kafes elbette benim evimdi. Fakat kuş da çok istekliydi kafese girmek için...

Ölü evim onunla şenlendi, adımları duvarlarda bile iz bıraktı sanki. Bir insan bu demekti işte. Tam olarak buydu sanki. Bir nefes olsun diyordunuz, o bir nefes neler veriyordu. Ben de çoklara göz koymuş bir adam değildim haddizatında. Az ne verseniz yetinir, yettirirdim. Yetmezse çektirirdim kıyısından köşesinden ama dönüp tek laf etmezdim. Çünkü bir kere vermiştiniz, daha ne olsundu?

"Beğendin mi? Pek bir şey yok gerçi ama..." Sorduktan sonra dilimi ısırdım fakat çoktan sormuştum. Sorunun kendinde bile bir eziklik vardı sanki. Beğenmesini ister gibiymiş ama beğenmezse çok üzülürmüşüm gibiydi. Ha, orası öyleydi fakat insanın her şeyi olduğu gibi karşı tarafa aktarmasına gerek var mıydı canım?

Sarı kafası bir gece lambası gibi parlıyordu evimde. Yumuşak gülümsemeyi birisi yapıştırmış olmalı ki suratına, hâlâ orada asılıydı. "Beğendim, ev yahu işte. Kafamızı soksak yetmez mi?"

Ah azla yetinenler... Bizler bu dünyanın gamını sırtlamaya, azına talip olmaya gelmiştik. İnsan kendi gibi olanı nasıl da hemen tanıyıp buluyordu aklım hafsalam almıyordu doğrusu. Elimle koysam, böyle bulamazdım.

"Haklısın, haklısın da insan yuvasından uzak olunca her ev, ev olmuyor. Sence de bu evi yaksak yine de biraz soğuk olmaz mı?" Şiir adamları biraz böyle konuşuyordu zannımca. Zaman zaman kendime sinir olurdum bu yüzden. Her konuşmamda mecazlar yatardı, fakat dünya böyle bir yer olmayacaksa yaşamak büsbütün anlamsızlaşırdı benim için. Kelimelerim çok hırslı, gözü pekti. Dışarı çıkmak için amansız bir çaba veriyorlardı, dudaklarım da tutacak değildi o vakit.

"Bir insanın bir yerde var olması orayı yuva yapar Giryan. Bunun için kerpiçlere de, duvarlara da ihtiyaç yok. Sadece senin burada olman bile burayı sıcacık yapıyor, kendine haksızlık etme." dediğinde üstündeki paltoyu sıyırmıştı. Yapılı omuzlarında yine pantolon askıları vardı.

Elindeki paltoyu gelişigüzel bir şekilde koltuklara bıraktı. Her bir yanı özenle yapılmış gibi duruyordu. O an salonumda bir Adonis heykeli vardı sanki. Öylesine büyük, öylesine dikkat çekiciydi. Ya da benim gözlerim onu böyle görmeye çok hevesliydi. Yine de hiç sorun etmiyordum o sıralarda bu durumu. İnsanı fiziksel çekicilik kadar kör eden çok az şey vardır dünyada. Hele de bu ademoğlu diğerlerinden biraz daha güzel ise beni efsunlamışlar gibi olduğum yerde kalıverirdim. Sanat eserlerine de, insanlara da çok saygı duyardım. Benim için, bu dünyada sanat eseri olmayan çok az şey vardı.

"Çay içersin değil mi?" Başka da bir şey yoktu ya, neyse... O da beni mahcup etmedi zaten.

"Senin elinden de içelim bir çay Giryan, kırk yıl hatrın kalsın." Yanlış dillendirdiği atasözü ile güldüm.

"Kahve olmalı o." diye düzelttim. Gülümsedi, yılların izi göz kenarlarında belirince bu sarı kuşun sandığımdan daha ele avuca sığmaz olduğunu düşündüm. Bir insan ki, böyle gülümserse eğer, ağlasa neler olurdu?

Sana DairWhere stories live. Discover now