25: Yüreğimde Ayaz Var

492 65 29
                                    

Dobranotch-Bayatilar

Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!

Akar suyun sesi dindi.
Gölgeler gölgelendi
renkler silindi.
Siyah örtüler indi
mavi gözlerine,
sarktı salkımsöğütler
sarı saçlarının
üzerine!

Ağlama salkımsöğüt,
ağlama,

Nazım Hikmet Ran

1945;

Günler öylece akıp giderdi ve ben ardından izlerdim. Hep böyle olmuştu. Kendimi bir türlü içinde hissedemediğim bu hayatta ne yaptığımı da bilemez olmuştum. Arkadaşlarının oynamasını pencereden izleyen bir çocuk gibi, hep ötelemiştim kendimi.

Bir türlü harekete geçip, kendimi katamamıştım yaşamın akışına. Bu yüzden devamlılık gerektiren anlardan hep kopardım. Yüzüm kuvvetli muhtemelle ifadesiz bir hal alırdı. Oysa hiç de sevmezdim böyle insanları. Tüm varlığıyla kendisini koymasını isterdim hayata. Tüm dikkatini yaşama vermesini dilerdim. Fakat şair olmanın ruhu bir kere engeldi buna. Dolu dolu yaşayan adam şair falan olamazdı. Yaşamın tadına vardı mı insan, kalemi almayı aklına bile getirmezdi.

Tam da bu sebeplerden, edebiyat biraz düşkünlerin alanıydı. Burada öyle çok mutlu insanlar olmazdı. Biraz usanmış, biraz bıkmış, hayatı yaşayanları izleyerek zaman zaman hasetle zaman zaman da imrenerek bakan insanlarla doluydu. Onları izler ya onların mutluluğunu yazardık ya da kendi mutsuzluğumuzu.

Zar zor geçen günlerimi kağıda aktarmak, memleket özlemini ifade edecek kelimeleri seçmek kalbimi ağrıtıyordu. Bir şekilde uzak kalıyordum işte bu duyguları derinden hissetmemek için. Çünkü bilirdim ki felaketim olurdu. İçimde büyüyen hasretin haddi de hesabı da kalmamıştı ki artık. Kontrol edilemez bir boyuta gelmişti.

Tanıdık sokakları, boğazı görebilmek için yalıların arasında dolaşmalarımı özlüyordum. Niran'ı, muhabbet arkadaşlarımı, sokaklarda boş boş gezinmeyi bile özlüyordum.

Elbette burada olmayı da seviyordum. Sonuçta sarı kuşun diyarıydı buralar. Ama işte, bir türlü 'tam yaşamak' dediğim şeyi oturtamıyordum.

Önümden geçip giden insanların dertli yüzlerinin sebeplerini merak ediyordum. Herkesin bir hikayesi vardı. Hiç kimse, öylesine gelmiş değildi dünya denen, deniz gibi görünen bu bataklığa. Hepimizin çırpınışları, kulaçları kendine hastı. Herkes, kendi öğreniyordu bu denizlerde yüzmeyi. Alaylı geldiğimiz bu yolda, boğulmak da vardı, su yutmak da vardı, burayı ana belleyip sırt üstü yatmak da vardı. Yine de kendine haslığın çekici bir yanı vardı.

O hikayeler ne denli farklılaşırsa, o kadar güzelleşiyordu sanki. Kızıl Meydan'dan yürüyüp gidenler soğuk yüzünden paltolarına sımsıkı sarınmışlardı. Fakat bilirdim ki insan ne kadar sarınırsa sarınsın, içi üşürken ısınmak ihtimaller dahilinde olamazdı. İçim ısınmak bilmiyordu, bu ayaz beni hep üşütüyordu.

İlya Kremlin'de olduğundan onu beklerken kendimce oyalanıyordum işte. İnsanlarından yüzlerindeki anlamları okumaya çalışıyor, kendimce hayatlar yazıyordum onlara.

Biraz derin düşündüğünüzde her şeyin, her hareketin anlamı olabildiğini düşünürdünüz. Bu dünyada hiçbir şeyin tesadüfen ya da öylesine olmadığını. Fakat biraz daha derine indiğinizde ise, her anlamın içinin boşaltılabilir olduğunu düşünürdünüz. Dünyada artık anlamlı hiçbir şey kalmamış olurdu. Böylece renkli yayınını kaybeden iç dünyamız, siyah beyaza, ki bu şanslıysak olurdu, hapsolurdu. Bazense sadece karıncalı ekrana. İşte şimdi yayınını kaybetmiş cızırtılı bir radyo gibi hissetmekten geri alamıyordum kendimi.

Sana DairDove le storie prendono vita. Scoprilo ora