37- Çıkmaz Yol

390 33 1
                                    

Zil çalıyor ve gözyaşlarıyla kapıya doğru gidiyorum. Fatih beni almaya geleceğini söylemişti biraz önce. Babamın aramızdan ayrılışının yedinci gününde dualar bağışlayacağız ruhuna.

O günden beri çocukluğumun geçtiği evimize ayak basmadım. Babamın odası, babamın kokusu, babamın eşyaları, çok sevdiği gülü... Hepsini düşündükçe kahroluyorum. Bir boşluk ki bu içimdeki yeri hiçbir şeyle doldurulabilecek gibi değil.

Gözlerimi kapıyorum, evin her köşesinde hala babam varmış gibi geliyor. Sessizce bir köşede oturuşu, evdeki sorunlara anında bulduğu çözümleri, uğraşmayı sevdiği, elinden hiç düşürmediği matkabı, tornavidası... Gözümün önünden bir an olsun gitmiyor.

Gözlerimi açıyorum, korkunç bir rüyada gibi hissediyorum kendimi. Yemek yemek, su içmek, nefes almak bile önemsiz geliyor.

Hayattayken sanki babama ve anneme hiç bir şey olmayacakmış gibi geliyor. Onlar, büyüsem de hep çok güçlüymüş gibi hep hiç ölmeyecekmiş gibi. Oysa bir damla sudan yaratılan insanın ne kadar güçsüz ve vücudunun dışarıdaki tüm tehditlere ne kadar açık bir canlı olduğunu görünce aslında mucize olan şeyin hayatta kalmamız olduğunu anlıyorum. Yani ölme ihtimalim hayatta kalma ihtimalimden çok daha fazla. Bu şu an için iyi bir şey sanırım.

Zil bir kez daha çalıyor. Zil sesiyle birlikte aklıma yeniden babamın yokluğu düşünce gözlerim deli gibi yanmaya başlıyor. Oraya gidince ne yaşayacağımı biliyorum ve bu benim için öyle zor ki.

Burnumu çekip gözyaşlarımı siliyorum ama nafile, sildiklerimin yerine hemen yenisi ekleniyor. Üzerime giydiğim babamın çok sevdiği siyah elbisemin eteklerini düzeltiyor, saçlarımı da geriye atıp kapıyı öyle açıyorum.

Fatih'i görmeyi beklerken, karşımda üç küçük kız ve hemen arkalarındaki Cesur'u görünce şaşırıp donakalıyorum.

Birce elinde tuttuğu gül buketini bana uzatıyor.
"Nazım amca gülleri çok severdi." diye ekliyor uzatırken. Gözleri nemli, dokunsam ağlayacak gibi duruyor. Duraksıyorum. Delirdiğimi ve halüsinasyonlar görmeye başladığımı düşünüyorum bir süre. Ben bunu düşünürken Dolunay "Anne." diye seslenip bacaklarıma sarılınca yaşadığım şaşkınlık kendini inleyerek dökülen gözyaşlarına bırakıyor.

Ben ağlayınca hepsi birden ağlamaya başlıyor. Eğiliyorum, kocaman sarılıyoruz birbirimize. O küçük eller sımsıkı tutuyor beni. Yanaklarından öpüyorum her birinin, defalarca. Bu ayrılığa dayanmak için başucumdaki resimlerimize bile bakamazken onları kanlı canlı karşımda görünce her bir hücrem onları ne kadar çok özlediğimi haykırmaya başlıyor.

Böyle ne kadar kaldığımızı bilmiyorum. Vuslat anının sarhoşluğu yavaş yavaş üzerimizden kalkarken Cesur ilişiyor gözüme. Onun da gözyaşlarını sildiğini görüyorum. Zalimler de ağlayabiliyormuş meğer.

Dolunay kucağıma zıplıyor. Yanaklarını yanaklarıma sürtüp öpüyor beni. Öyle masum öyle güzel ki. Sımsıkı sarılıyorum ona.

"Gelin içeri." diyorum kızlara. Çekinerek babalarına bakıyorlar. Cesur gözleriyle onaylıyor onları, öyle içeri giriyorlar. Dolunay elimden tutup beni de içeri götürmek istediğinde Birce kardeşinin elinden tutup eğiliyor ve "Onları biraz yalnız bırakmalıyız. Gel, birlikte içeriye bakalım." diyor. Bu kadar büyüdüğünü ve o anlarında yanında olamadığımı düşündükçe içim yanıyor. Dolunay biraz itiraz ediyor ama içeriden gelen Melina'nın hayret verici sesi bir anda daha cazip geliyor ve ablasıyla içeri geçiyorlar.

Cesur'a bakıyorum. Konuşmadan o da bana bakıyor.

"Neler oluyor? Neden çocukları da alıp geldin?"

Görevimiz Mutluluk 2Where stories live. Discover now