-VII-

43 2 3
                                    

Mavi fenerlerin aydınlattığı çukura inen koridorlardan birinde, yere bağdaş kurup duvara yaslanmış oturur ve elimdeki mataranın pürüzsüz yüzeyine tırnaklarımla anlamsız şekiller çizerken nedense biraz durulmuş hissediyorum. Mavi beyaz ışıkların aydınlattığı yüzümün gümüş yüzeydeki belli belirsiz yansımasına bakıyorum. Koyu göz makyajım ve ışıklandırmada daha da solgun görünen cildim yüzünden gözlerim  bir çift karanlık çukur gibi görünüyor. İç çekip kafamı tavana kaldırıyorum. Yarasalar diye düşünüyorum. Acaba yeterince uzun süre burada kalırsam ben de onlar gibi baş aşağı uyumaya başlar mıyım?

Peter ve Drew gecikiyor. Bugün öğle yemeğinde olanları düşününce ister istemez suratıma bir sırıtış yayılıyor.

Yemekhaneye girdiğimde ilk defa gözlerim Mar, Lynn ve Uri yerine Peter ve ikilisini aramıştı. Beklendiği üzere Molly hala hastane bölümündeydi ama Drew her zamanki yerinde oturuyordu ve Peter'ın aksine iştahı gayet yerinde görünüyordu. Bunun ne anlama geldiğini hatırlıyor musunuz? Peter gayet iyi hatırlıyordu. Ve  bu, şayet okumayı biliyorsanız, onun her halinden okunabiliyordu. Bir kere, yemeğin sonuna kadar tek kelime etmedi. Ve ben, ben karşısında otururken bana tek kelime etmeyecek bir Peter için normal sıfatını asla kullanmazdım. Sonuna kadar Drew ile lak lak etmek zorunda kaldıysam da Peter'ı bir şekilde mat etmiş olmak öyle keyif vericiydi ki, buna katlanmaya değerdi.

Yarım saat sonra falan "Neyse" diyerek ayağa kalkmıştım, Drew'un son beş dakikadır tek kelimesini dinlemediğim hikayesini yarıda bölerek. "Ben gidiyorum, nişan eğitiminden önce biraz dinlenmem gerek. Sizinle akşam şeyde görüşürüz..."

"Kanyonun orada" demişti Peter.

İçten içe bir ürperti hissetmiş fakat fark ettirmemeye çalışmıştım. Bilemezdi değil mi? Annem ve babam bile bilmiyordu. O nasıl bilebilirdi?

İfadesiz bir yüzle sanki onu duymamış gibi "Sizinle yatakhaneden Çukur'a giden şu koridorun sonunda buluşuruz" deyip çıkmıştım. Sanki tek derdim üstünlük taslamakmış gibi.

Ama değildi. Peter bunu biliyor olamazdı, olmamalıydı. Açık verip vermediğimi bilmiyordum ama kanyonun orada beklesem kesinlikle açık verirdim. Bir kere, elimde değildi, tepkilerimi kontrol edemiyordum. Titreme ellerimden başlayıp dizlerime kadar yayılıyordu, nabzım hızlanıyor, içim buz kesiyordu. Etrafımda başkaları varken ellerimi saklamaya ve vücudumu kaskatı tutmaya çalışsam da halimdeki tuhaflığı Peter fark edebilirdi. Hemen başka bir yer önermem riskliydi ama baş dönmesi çok daha büyük bir riskti.

Derin sulardan korkmanın bir fobi türü olup olmadığından emin değilim. Bir iki kere araştırmaya kalkmış fakat bir şey bulamamıştım.

Ayak seslerini duyunca çömeldiğim yerden kafamı çevirip bakıyorum. Peter değil de Eric'i görmeyi tabii ki de beklemiyorum. Onun metallerle kaplı suratına ise halinden memnun bir sırıtış yayılıyor. Sırıtınca suratındaki halkaların delikleri genişliyor. İster istemez dikkatim oraya kayıyor.

"Merhaba" diyor.

Yadırgıyorum. Merhaba daha çok sıradan insanlar için yapılmış bir söz, Eric'in üzerinde nasıl desem... eğreti duruyor. Eric tanıdığım diğer cesurlara benzemiyor. Yani cesurluk doğumlu cesurlara. Dört de öyle. Benim tanıdığım cesurlar günün minimum yirmi iki saatini şamatayla geçirirler. Bu da NREM uykusuna dalmadıkları her anı kapsıyor. Uyurken bile şamata yapmayı becerdikleri bir gerçek. Neredeyse hiçbir şeyi ciddiye almazlar. Demek istediğim, bu insanlar ölüme bile kahkaha atarak giden insanlar. Hem ölümü hem de yaşamı her şeyiyle cesurca kucaklamak bu insanların kanlarında var. Bıçak fırlatmayı ve dövüşmeyi öğrenen insanlar için tuhaf kaçtığı gerçeği bir yana, cesurların içinde ciddi anlamda kin ve mefret duyguları yer etmemiştir. Birbirlerine düşmanlık beslemezler. Rekabet? Eğlencesine. Belki de bu insanlar hayatı bu kadar gırgıra alabilme cesaretini gösterebildikleri için cesurlar. Adaylık süreci hariç tabii. Bu ikisinin tavrındaysa sadece transferlere özgü bir ağırlık -belki doğru kelime rekabet- var.

SIRWhere stories live. Discover now