Bulutkent koruyucuları - 4

11.8K 1.1K 197
                                    

Kurgu karışık geliyor olabilir, özellikle bu bölümde bazı ipuçları yer alıyor. Ama tam olarak kavrayabilmek için daha önümüzde zaman var. Beğenmeniz dileğiyle, yorumlarınızı bekliyorum :) Sevgiler...

Gökdelen, gökdelen, gökdelen...Gökdelenler tepeden bakan patronlar gibi kuşatır, esir eder insanı. Sizi her an avuçları içine alıp sıkabilecek doğaüstü bir yaratık gibidir hepsi de. Bu şehirde daha fazlasını arasanız da bulamazsınız; ne bir gölet ne bir orman ne de bakıp iç geçirebileceğiniz tarihi bir yapı. Bunca insan, bunca yürek nasıl sığıyor bu daralmış şehre, aklım almıyor. 

Bazen o yüksek binalardan çıkıp kurum satarak pahalı otomobillerine yürüyen göbekli, fularlı, elleri boğum boğum, kül rengi suratlı adamları gördüğümde, ölüme doğru kulaç attıkları halde ölümün onları yakalayabileceğine ihtimal vermeyen insan kafasına acımadan edemiyorum. Oysa ben de onlardan biriyim, hayatımı tam olarak nerede olduğunu kestiremediğim bir noktada dondurmuş olsam da, yaşama arzusunda onlardan geri kalmadığım bir gerçek. Öyle olmasa, o gece kendime bakarken, o denli büyük bir dehşet duymaz, kendimden kaçma isteğine kapılmazdım.

Gecenin üçüydü, hiç unutmam. Ertesi gün saat kulesine gidip gitmeyeceğim hala bir muammaydı. Ayakta, devasa bir gökdelenin hemen önünde dikiliyor, direğe yaslanmış bir halde, otomobilin kaportasını çizdirdiği için şoförünü azarlayan yağ tulumu heriflerden birini izliyordum. Bir an düşündüm, gidip bir güzel musallat olsam patron kılıklı yağ tulumuna, aklını başına getirsem, önündeki birkaç ay astlarına ağzını açacak cesareti bulamasa...

Bu gibi yaramazlıklara karşı duyduğum isteğin köreldiğini fark ettiğimde çoktan yalnız kalmıştım. Patron, şoförünü azarlamayı sona erdirmiş, çizik otomobille muhtemelen şehrin kıyısına kurulu lüks villasına doğru yola düşmüştü. 

Müthiş bir can sıkıntısıyla elimi şapkamın altına kaydırıp başımı kaşıdım ve o sırada gökdelenin parlak suretinde bir kıpırtı oldu. Bendim bu. Şapkam onu geriye attığımda kördüğümle bağlı ip yardımıyla boynumda salındı. Karşımdaki kişiye kaygıyla, biraz da acımayla baktım. Kaç yıl olmuştu emin değilim, ancak kendi yüzümü unutacak kadar uzun süredir yansımamı görmediğime emindim. 

Ağır ağır, bilinçsizce yaklaştım gökdelenin pencerelerine. Sokak lambalarının ışığında, gökdelenin mat yüzeyinde evsiz, sersefil biri karşılıyordu beni. Sakalım bir karış uzundu, kahverengisi uçlara doğru kızıla çalıyordu. Saçlarım da boynuma dek uzamıştı, kirden birbirine yapışmış, keçeleşmişti. Kafamdaki saç yumağının içinde ne gibi canlıların yaşadığını ben bile tahmin edemezdim. Üzerimdeki palto yırtık pırtık, yer yer lekeliydi. Pantolonum zayıf bacaklarıma geçirdiğim bir çuvaldan hallice görünüyordu. Çıplak ayaklarıma diktim gözlerimi, tabanlarımı kaldırıp baktığımda orada görüp görebileceğim en nasırlı teni gördüm. O ayaklarla bir iğnenin üzerine bassam iğneyi kırabilirdim belki de. Elbette bu fazla mübalağa oldu, ama sizi temin ederim, o ayakların uzun zamandır acıdığı ya da sızladığı olmamıştı.

Benden geriye kalan, yani şapkamı taktığım ilk gün gördüğüm yüzü hatırlatan tek şey, gözlerimdi. Siyah, iri, bir ressamın elinden çıkmış gibi doğallıktan uzak gözlerim. Ben diye tutunabileceğim pek az şeye sahiptim anlayacağınız. 

O an, kendi kendime, "Bu kılıkla hangi akla hizmet saat kulesine gidecek, kendini ifşa edip, ondan özür dileyeceksin?" dedim. Ben bile görüntüm karşısında tedirgin olurken, kalabalığın ortasında nasıl belirebilir, insanların acıyan bakışlarının odağına hangi cesaretle yerleşebilirdim? Ayaklarımın bağı çözüldü bir an, olduğum yere çöktüm, kaldırımın soğukluğu tenime işledi, gökdelenin duvarına yaslanıp kara kara düşündüm. Aradan çok zaman geçmedi, ayaklarımın dibinde bir şıngırtı duydum. Bir adam ve bir kadın, yan yana, kol kola uzaklaşıyorlardı göz ucuyla gördüğüm kadarıyla. Ayaklarımın dibine düşen nesneyi kaldırdım parmak uçlarımda.

BulvarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin