Semender'in dönüşü - 6

9.2K 903 145
                                    

Üşütmüşüm biraz, yutkundukça boğazım acıyor, durduk yere bir ürpertidir kaplıyordu dört bir yanımı. Çıtkırıldım olmadım hiçbir zaman, aksine bünyemin sağlamlığıyla içten içe övünmüşlüğüm vardır. Kış, dışarıda uyumaya imkan tanımayacak kadar sert bir hale geldiğinden olsa gerekti bu düşkünlüğüm. Sığınacak bir mağaza, bir köprü altı ya da terk edilmiş bir inşaat bulma vakti gelip çatmıştı; öteki türlü bu hastalık kış boyu süründürürdü beni. 

Baharı ve yazı paylaştığım bulvardan ayrılmak, her zamankinin aksine tedirginlik aşılamıyor; kendimden başka hiçbir şey almayarak düştüğüm yollar, ruhumu emiyormuş gibi hissettirmiyordu. Yorulmuştum biraz, itirafı güç olsa da kış mevsimiyle, soğukla, yollarla kavga edecek gücü bulamıyordum kendimde. Bu yüzden hissetmeden, duymadan, düşünmeden, geleceği düşlemeden ayrıldım bulvardan.

Ellerim ceplerimde, başımda patlayan mısırlar gibi zıplayıp duran bir tarafı kömür olmuş, yarım yamalak kelime yığınlarıyla; mağazalar, avmler ve yüksek katlı, şık lokantalarla dolu sokağa yürüdüm. Açtım, meteliği tüketeli çok oluyordu, artık çalıp çırpmak ya da sonunda düş polisleriyle papaz olmaktan korkarak gizlice dükkanlara sızmak istemiyordum, bu yüzden geriye kalan tek seçenek lokantalardan arta kalanlarla beslenmekti. 

O şık lokantaların pencerelerinden, arka kapılarından dökülen yemekleri görseniz aklınız hayaliniz şaşar. Ne var ki o yemekleri umutla bekleyen yalnız ben değilim. Benim gibiler - üstelik benim gibilerin çoğu bir takım lokantaların gediklisidirler - ve evsizler süsler lokantaların kapı arkalarını, pencere diplerini. 

Saat akşamın dokuzuna gelirken Lolia adlı, en güzel rüyalarımda bile kendimi içinde göremeyeceğim lokantanın arka sokağına vardım. Lokantanın kapanmasına, tabaklarda bırakılan artık yemeklerin çalışanlar tarafından atılmasına iki saatten az zaman kalmıştı. Kapının önünde baldırı çıplak, yüzü is içinde, yanakları ve burunları soğuktan elma gibi kızarmış üç çocuk vardı. Başlarındaki adamın bir bacağı baldırından kesikti, adam kendini duvar dibine çekip kıvrılmış, üzerine eski püskü bir battaniye örtmüştü. 

Daha uzakta, ara sokağın karşısında şapkalı bir kadın ve bir adam duruyordu. Birbirleriyle bağlantısız olduklarını ancak ortak alan işgal ettiklerini uzaktan dahi görebiliyordum. Kadın bedenini sokak lambasının direğine yaslamış, gözlerini doğrudan üzerime dikmişti. Adam oturduğu kaldırım taşından ilgisizce kalkıp kaldırımda bir ileri bir geri dolaşmaya başlamıştı. Bu hareket şapkalılar arasında, burası benim çöplüğüm, demek oluyordu. Onları görmezden geldim, sonuçta her nereye gidersem gideyim, karşıma birkaç tane gedikli mutlaka çıkacaktı. Çalacak kadar zeki değilsen, sonunda bir lokantanın gediklisi, sokağın efsanevi hayaleti olup çıkardın çünkü. Çalmak ya da aç kalmak istemiyorsam, sonuna kadar savaşmalıydım onlarla, tecrübelerimden biliyordum bunu. 

Doğrusu, kapının dibinde duran, birbirlerine civcivler gibi sokulmuş küçük çocuklar, sokağın karşısında duran bu iki gedikliden daha çok huzursuz ediyordu insanı. O çocukların haklarına ortaklığa mecbur olmak, yüreğimde bir sızıya neden oluyordu. 

"Merhamet sokaklarda barınmıyor." diye mırıldandım kendime. Duvar dibinde yatan sakat adam başını kaldırıp sesin geldiği yöne baktı ancak hiçbir şey göremeyince muhtemelen bu sesi gördüğü rüyaya bağlayıp başını yeniden kolunun üzerine bıraktı. 

Saatin ukala pençesi gece on ikinin üzerine kapaklandığında, arka kapı birden açıldı. Çocuklar aceleyle hareket edip kapının arkasından uzaklaşmaya çalıştılar. Dışarı çıkan mutfak önlüklü, kollarını dirseklerine kadar sıvamış, kağıt gibi ince adam homurtular eşliğinde çocuklardan birini tekmeledi ve ellerinde taşıdığı poşetleri, yolun karşısındaki çöp bidonunun dibine bıraktı. 

BulvarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin