İkinci şans - 21

5.5K 741 197
                                    

Uyurken acı çekmediğini söyleyenler doğru söylüyormuş meğer, bilincim benden uzak olduğu sürece acı da bedenimden uzaktı. Ne zaman gözlerimi açsam, ne zaman düşünmeye çalışsam, işte o zaman sırtım, kollarım, dizlerim sızlamaya başlıyordu. İnlediğimi duyuyordum. Bazen kendi sayıklamalarıma uyandığım, fikir yürütemeden önce yeniden kendimden geçtiğim oluyordu. Bir yerden ağır bir küf kokusu geliyor, o küf kokusu uykuda da uyanıklıkta da peşimi bırakmıyordu. Gerçeği ve rüyayı birbirine karıştırdığım zamanlar az değildi, ikisi de aynı derecede karanlıktı çünkü. Ancak rüyaların daha katlanılmaz, acıdan daha kör olduğu yadsınamaz bir gerçekti.

Rüyalarımda çoğunlukla karanlık bir hücrede buluyordum kendimi, hayır, hep değil. Arada günün ağardığı oluyordu, güneşi görebiliyordum çünkü hücrenin parmaklıkları, kilometrelerce yükseklikteki sarp bir kayalığa oyulmuş hücrenin uçuruma bakan yüzüne açılmıştı. Güneş doğduğunda parmaklıklara asılıyor ve o sarp uçuruma acınası bir çabayla tutunmaya çalışan yosunları, normal gözlerin seçemeyeceği kadar küçük böcekleri izliyordum. Sinirli gülüşlerim ağzımdan hiç eksik olmuyordu. Etrafımdaki konuşmalar da öyle.

"Bütün gün gülüyor, her an. Üstüne kaynar su döksen bile gülmeye devam ediyor. Aklımı kaçıracağım."

"Yemeğine zehir kat." diye öneriyordu, başka biri. "Kimse seni bunun için suçlamaz."

"Denedim." diye cevap veriyordu, öteki. "Aklı yerinde olmasa bile zehri bir şekilde anlıyor. Geçen sefer hücrenin demirlerini eritmeye kalktı. Uyuşturucu silahları tükenmiş olsa hepimizi öldürebilirdi."

Sonra bu eski rüyadan uyanıyor ve kendimi katıksız bir sessizlik içinde buluyordum. Yine zifiri karanlık ve kötü bir koku duyularımı işgal ediyor ama ne sinirli gülüşler ne de saçma sapan konuşmalar duyuyordum. Sadece acı. Başka hiçbir şey yok. Bir süre sonra rüyalar yerini gerçekliğe bırakmaya başladı ve ne kadar uzun olduğunu kestiremediğim zaman diliminin sonunda tamamen uyandım. Mantıklı düşünebilir hale geldim.

Doğrulmaya çalıştım. Etrafım sarsılmaz duvarlarla çevriliydi. Yer samanlar, çöp parçaları, kömür tozlarıyla kirletilmişti. Demir bir kapı ve tavana yakın duran demir parmaklıklı havalandırma haricinde odanın dış dünyayla bağlantısı yoktu. Kendime baktım. Üstüm başım paçavraydı, kollarım kurumuş kan lekeleriyle doluydu. Gömleğimi sıyırıp karnıma ve göğsüme bakmaya çalıştığımda kaslarım sızladı ama bundan daha ciddi sorunlarım olduğunu, tenimi kaplayan acınası morlukları gördüğümde kavradım. Sol omzum ve sağ bacağım sargılar içindeydi. Bu sargıların uzun zamandır kontrol edilmediği, sararmış kumaştan ve siyahlaşmış kan lekelerinden belliydi. Başımın dönmesi geçtiğinde rahat bir pozisyon alarak duvara yaslandım ve nerede olduğum konusunda bir fikir yürütmeye çalıştım. Geç de olsa ses çıkarmayı akıl ettiğimde, kurumuş boğazıma aldırış etmeyerek bağırdım. Ne söylediğimin bir önemi yok, zaten ben de pek fazla hatırlamıyorum.

Çok geçmeden kapının ardında sesler duydum, anlaşılmaz konuşmalar... Aradan saatler geçtiğinde - belki de sadece dakikalar ama bana göre saat hükmündeydi - kapı aralandı ve içeri siyah giyimli biri girdi. Peçeli bir koruyucu. Kapıyı sıkıca kapattıktan sonra ağır hareketlerle, ona saldırmamdan korkarcasına yanıma yaklaşıp yere diz çöktü. Elimi sağlam dizimin üzerine atarken garip bir şekilde sakindim. 

"Sonunda kendine gelebildin." dedi Yarasa.

Uyuşmuş bir hayvan gibi kıpırtısızca beklemeyi sürdürdüm.

"Bu halde olduğun için üzgünüm." dedi. "Ama başka çarem yoktu."

Ses vermedim. Karanlık odada belli belirsiz parlayan gözlerine dikkatle bakmaya devam ediyordum. 

BulvarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin