chapter 3: adios to good old friends

916 103 30
                                    






Geniş ve büyük olan antrenman salonundaki herkes öğle yemeği için ayrılırken elimdeki havluyla ensemden akan terleri sildim. Başkan'ın odasından çıktığımdan beri çalışıyordum ve yaklaşık 7 saat olmuştu. Karnım acıkmıştı, durmadan terleyip sıvı kaybettiğimden sürekli su içiyordum ve tam işime konsantre olduğum anda çişim geliyordu. Antrenman yapmaktan değil, çişe gidip gelmekten yorulmuştum. Bitmiş hâldeydim.

Salondan çıkanları izlerken kendimi minderlerin üstüne atıp bağdaş kurdum. Elimde tuttuğum havlumu açarak başımın üstüne koydum ve bir şişe su açıp azar azar içmeye başladım. Yemekhane'nin buraya yakın olması büyük haksızlıktı şu an bana. Burnuma kızarmış tavuk kokusu geliyordu üstelik. Oturduğum mindere uzandığımda başımdan sarkan havlunun kenarıyla burun çizgimden akan teri sildim. Bir yandan soluklanırken, sessizleşen ortamın keyfini çıkarmaya çalışıyordum. Burada sessizlik nadir görülürdü.

Merkez denilen bu yer, yüzlerce genç insanı barındıran, onları eğiten ve geleceğe hazırlayan yeraltında gizlendiğimiz bir yerdi. Burada eğitim gören çocukların hepsi, aileleri tarafından istenmeyen ve sokağa atılan çocuklardı. Buraya gelen en küçük çocuklar yedi yaşındaydı. Yirmilerinin ortalarında, sonlarında olan bir sürü kişi vardı. Bu tesisin amacı; dünyaya yararı dokunacak çocukları yetiştirmekti. Küçükken bize öğretilen en temel şeylerden birisi de hepimizin dünyayı değiştirebilecek kadar iyi olmamız gerektiğiydi. Buradaki herkes her yönden mükemmel olmak zorundaydı. Hata yapmak diye bir kavram öğretilmemişti. Bir kez yapılan hata ne olduğuna göre kabul ediliyordu. İkinci kez yapılan hata ise alışkanlık olarak kabul görüyordu. Biz istenmeyen çocuklar olarak burada dünyaya yararımız dokunacak diye dişimizi tırnağımıza takarak hiç pes etmeden çalışan insanlardık.

Neden gizli olduğumuzu, tam olarak kimse anlayamasa da, var olduğumuz ortaya çıkarsa yer yerinden oynar, bunu biliyoruz. Bilinmememiz gerekiyor, tanınmamalıyız. Gerçek hayatta biz yokuz. Kısacası saman altından su yürütüyoruz. Ne kadar burada olmak istemesem de dışarıda tek başıma, kimsem olmadan yaşayamayacağımı adım gibi biliyorum. Ne ailem ne akrabam var, varsa bile tanımıyor, bilmiyorum. Daha sayı sayamayan bir çocuğu maddi yardım karşılığı veren kişilere ne insan, ne de aile derim. Buradan kaçmaya çalışsam öldürülürüm, kaçmayı başarsam bile param olmadan ne kadar hayatta kalabilirim ki? Burada mahkumlardan farkımız yok.

Burada olmaktan mutlu muyuz, tabii ki hayır. Belki beleşe yaşamaktan keyif alanlar vardır ancak, kim geri dönüp dönemeyeceğini bilmediği bir göreve gözü kapalı gitmek ister ki? Yılda birkaç kez dışarı çıkma hakkımız var, gerçekten bu dünyada var olma hakkımız. Yeraltında boktan uydurma bir sözde eğitim merkezi olan bir yer işte. Merkez, Üs dediğimiz yerde üst katlara çıkıp oradan uçsuz bucaksız araziye çıkma gibi şanslı diyebileceğimiz bir durum vardı. Sanki o kuru otlu arazinin sonu yoktu. Oraya her çıktığımda içimi bir umutsuzluk kaplardı, çünkü arazinin sonunu göremezdim. Sanki her zaman iklimi kuraktı. Toprağında yetişen hiçbir bitkinin yeşerdiğini görmemiştim bu zamana kadar. Her zaman saman rengindeydi, her zaman kuruydu. Neredeyse her zaman ılık bir rüzgâr eserdi. Araziye çıktığım her seferde burnuma hep bir yanık kokusu gelirdi.

Görevlere giderken olduğumuz yerin neresi olduğunu bilmemiz yasak olduğu için siyah filmli camları olan arabalarda giderdik. Olur da içimizden biri yakalanır diye Merkez'in nerede olduğunu bilmemiz yasaktı. Elbette ki Merkez'deki üst yöneticiler, kurul üyeleri gibi üst mertebedeki kişiler biliyorlardı. Öyle ahım şahım bir yer değiliz ancak, lağımlarda gezen kol farelerine benzetirim hep bizi. Her zaman sessiz bir şekilde pis işleri hallederdik çünkü. Bizi bilen birkaç uluslararası kuruluş var, ancak sadece çok sıkışırlarsa bizden destek alırlar. Bu sefer olduğu gibi.

peiskos • lee jenoUnde poveștirile trăiesc. Descoperă acum