※8※ arkasına saklandığım buzdan ve kumdan maskem

374 105 161
                                    

O Karataş'ı bizzat Nadir oymuştu Eliz için. Avuç içinin yarısı kadar, kenarları güzelce zımparalanmış ve kesilmiş, parlatılıp cilalanmış ve itinayla birbiri içine yüzlerce rün kazınmış, kapkara -ışığı emen bir karalık- bir taştı. Sağlam metal tellerle uzun, kopmaz bir ipe tutturulmuştu. Büyük olmasına büyüktü ama giysisinin altında göze batmazdı. İncelikle işlenmiş büyüler ile taş Eliz'in teninin parçası gibi olur, lekelerini gizlerdi.

Yel lekelerinin hepsinin belirginleşmesi on dört yaşına kadar sürmüştü. Kuyu gibi derin, kara çizgiler soy lekelerinin arasına süzülmüş, kıvrılmış ve bir gonca gibi patlamıştı. Yel lekelerine göre çok daha soluk kalan soy lekeleri yeni gelen çizgilere içerlenmiş gibi daha da gözden kaybolmuşlardı.

Nadir o Karataş için günlerce uğraşmıştı. Gizlenmek istenen iz, yara, uzuv ne kadar detaylı, ne kadar büyük ve ne kadar alengirli olursa uygun rünleri bulup taşa kazımak o kadar zor olurdu.

Eh, Eliz'in siyah lekeleri de büyücü kadının işini hiç kolaylaştırmamıştı.

Parmaklarından kollarına, omuzlarına, gövdesinin her kıvrımına uzanmıştı yel lekeleri o yıl. Yanaklarını elmacık kemiği hizasından sıyırıp göz altlarına minicik kıvrımlar ve dallar vermiş, alnından burun kemerine kadar sivrilmiş, oradan da yeniden ensesine dönmüştü.

Karataş'ta kodlu tek büyü bu izler için değildi gerçi. Aynı zamanda sivri kulaklarını ve uzun, keskin köpek dişlerini, ailesine yadigar kalan ekvator rüzgar iyesinin mührünü de tıpkı lekeler gibi titizlikle saklamaları gerekmişti. Bir illüzyondan öte bir kimlikti bu taş kız için.

Karataş'ını o kadar uzun süredir takıyordu ki Eliz, ne zaman kolyeyi çıkarıp aynadan göz ucuyla kendine bakacak olsa içi kalkardı. Yabancı bir yüz: Siyah çizgili, alabildiğine çilli bir cilt. Yırtıcı yemyeşil bakışlar. Işık ruhunun hediyesi, minicik turuncumsu, çillerine karışan noktalar.

Birazdan rüzgarkesenine binecek, sonra da havalanacak kadar çevik ve harekete hazır beden. Hem her yere aitmiş hem de hiçbir yere ait değilmiş gibi görünürdü. Arada kalmış, kararsız, acayip bir hilkat garibesi.

Başkalarında, annesinde mesela, yel ve soy lekelerinin ne kadar doğal göründüğünü izledikçe deli olurdu Eliz. Öyle doğmuşlar gibi sıradan ve normal bir görüntü olurdu. Kimse o izleri yadırgamazdı. Kimse dönüp ikinci kez bakmazdı.

Ama Arbuz'da, evinde, olsa bile Karataş'ını çıkardığı vakit çırılçıplak kalmış gibi tedirgin olur, elleri kolyesini aramaya başlardı. Olmayan gözler hep üstünde geziniyor gibi ürperirdi. Birazdan onu ensesinden yakalayacaklar, Arbuz'un yüzlerce metrelik sarp yamaçlarından kayalıklı denize atacaklar gibi gerilirdi.

Karataş'ı olmadan şöyle bir kalabalık göredursun, elleri ve ayakları buz keserdi hemen.

Halbuki kimse dönüp yeniden bakmazdı. Ne Sekizkök'te. Ne de Arbuz'da.

İşte böyle birazcık evham yapardı Eliz.

Bu yüzden Karataş'ı üstündeki rünleri değiştirmeye çalışacağı zaman sundurmanın en dibine sokulmuştu. Erez'in Kargayuvası'nın namını duyunca birden ortadan toz olması işine gelmişti pek tabii.

Yere çizdiği geniş çembere Erez'in mürekkebiyle büyüleri, rünleri ve şekilleri dokudu. Payını tamamen serbest bırakmadan dikkatlice Denge'yi devinime geçirdi. Uzanıp dokunabildiği, cevap alabildiği çoğu şey önce Eliz'e darılmış gibi isteksizlikle soldu. Aylardır, çok zorda kalmadıkça ihmal etmişti Denge'nin bir ucunu. Varlık ve yokluk bu gibi unutulma konularında biraz inatçı olabiliyordu işte.

Ama Eliz daha inatçıydı. Sonunda hepsinin gönlünü aldı.

Buna rağmen taşı istediği gibi değiştirebilmesi çok değerli saatlerini aldı. Yel lekelerini inceltti, yeşilimtırak bir renk vermeye çabaladı. Işık ruhunun izlerini kapatmak kolaydı. Ama soy lekeleri... Canı çıktı onları değiştirirken. Ruvim sağ olsun, ta sekiz kuşaktır ailesinin ve onun boğazlarını süsleyen ekvator rüzgarlarının mührünü soy lekesinden nihayet arındırığında güneş ufukta alçalıyordu.

Bu sürede Erez pek çok kez gelip gitti. Kırışmış kara rün kağıtları getirdi. Onlara bir şeyler yazdı. Çizdi. Katladı. Yine gitti. Birkaç saate tuhaf ipliklerle döndü. Ördü onları. Çantasını yine karıştırdı karıştırdı. Gitti. Bu sefer erzakla döndü. Gene gitti. Bu kez de buz-ateş kibritleri -Uluyel, nereden buldu onu?- ile geri geldi.

Eliz Karataş'ı değiştirirken ne kadar bunaldıysa Erez de kendi payına düşen angaryanın peşinde koşarken o kadar eğleniyor gibi duruyordu. Nefes nefese kalmış, yüzü güneşten ve hararetli gezisinden kızarmış halde çatıya çıkıyor, işini hallediyor ve hop! Birden, sessizce kaybolmuş oluyordu.

Tuhaf çocuk.

Hem de ne tuhaf ama!

Hele de tundradan geri döndüklerinde olanlar yeniden aklına geldiğinde bunu daha da iyi kavrar oldu. Karataş'ta eseri olan her bir parçalık değişim ile daha önce pek de kafa yormadığı şeyleri zihninde açtı, ölçü, tarttı ve izledi. Oldukça acayip bir kıştı o kış. Bir buçuk yıl önceki kış...

KAR VE KÜLDEN (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin