※28※ kabus içinde kabus içinde kabus

182 38 34
                                    

Bunun da bir kabus olmasını dilerdi. Birazdan uyanacağı, Nadir'e anlatıp kadının sahip olmadığı cevapları bekleyeceği başka bir kabus. Suçunu, zihnindeki kuruntulara atabileceği bambaşka bir kabus olmasını tüm kalbiyle dilerdi Eliz.

Ama gözlerini açtığında kendini bulduğu yer Sekizkök'teki sıcak yatağı değil, buz gibi taştan bir zemindi. Hala nemli giysileri vücudundaki tüm sıcaklığı kapıp kaçmıştı. Kemikleri etini kesiyordu. Ve boğazı kupkuruydu. İçi boşaltılmış bir hayvan da muhtemelen tıpkı böyle mecalsiz hissederdi.

Eliz dirseklerini çekip ellerinin üstünde doğruldu. Kalbi göğsünde gümlemeye başladı. Büsbütün yabancı bir yerdeydi. Renksiz taştan zemin, üç yanında ta tavana dek uzanan kalın parmaklıklar... Bir hücre. Soluğu hızlandı. Hücre. Zindan. Birileri göğüs kafesini mengeneyle sıkıştırıyordu adeta. Her soluğu hızlı, sığ ve acı vericiydi.

Nereye düşmüştü böyle?

Ayağa kalkmalıydı. Yukarıdan incecik bir huzme karşı duvara vuruyordu. Başını kaldırıp baktı oraya. Duvarın yukarısında, ayağa kalksa ancak erişeceği yerde mazgallı bir pencere vardı. Dosdoğru dışarı açılıyordu. Ama mazgalların parmaklıkları da etrafını kuşatan demirler gibi kalın ve bükülmezdi.

Dizlerini kendine çekecekti ki sol bileğine tutturulmuş zincir şıngırdadı. Zincir mi? Kalın, metalden kelepçe sol ayak bileğini sıkı sıkı tutmuştu. Eliz parmaklarını kepeçenin üstünde gezdirdi. Loş ışıkta gözleri seçemedi. Ama parmakları metale kazılı kabartmalı rünleri hissetti. Metal bileklik sağlam zincire iliştirilmişti. Zincir duvara doğru kıvrılıyor, kuytuda gözden kayboluyordu. Panik içini zehirli bir sis gibi kapladı. Elleri titremeye başladı.

Rünler varsa... Mazgaldan süzülen ışığın vurduğu duvara baktı Eliz. Koskocaman, kapkara dokuma kumaş asılmıştı. İnce, kan kırmızı ve gümüş grisi iplikler Eliz'in hiç ama hiç aşina olmadığı bir rün biçimlendirmişti. Daire şeklindeydi ve dairenin içine karınca kadar ufak onlarca farklı damga yazılmıştı.

Bu kısıtlayıcı ründü.

Uluyel... Tuzak. Tuzağa düşmüşlerdi. Onları vadide yakalamışlardı. Salik yakalamıştı. Salik ve yelkanlıları. Gökçeliler...

Ağır, acı bir şey midesine taş gibi oturdu.

Yakalanmışlardı.

Her şey bitmişti.

Eliz kendi sonunu kendi getirmişti. Kendinin, ailesinin, koskoca bir takım adanın ve muhtemelen Sekizkök'ün. Gökçeli'ye götüreceklerdi onu. Öldürülür müydü? Yoksa Arbuz'daki ailesinin kıyımını izlemek için bir süre daha yaşatırlar mıydı onu?

Belki de daruga Eliz'in bu kadar kolay kurtulmasına izin vermezdi.

Kızı bir naçiz gibi kullanırdı. Kişiliği, anıları, geçmişi ve geleceği olmayan bir eşya gibi tüm payını kendi büyüsünü kuvvetlendirmek için çekerdi. Belki onu da bir canavara dönüştürürdü. Belki bir Salik'e. Belki de politik hedefleri için kullanacağı bir varise...

Belki, belki, belki, belki...

Daha önce de kaybedecek bu kadar fazla şeye sahip miydi Eliz?

Tüm dünyayı kaybedecekti. Yeniden.

Kollarını vücuduna dolamıştı. Ne ara yapmıştı ki bunu? Gözyaşları kızın acizliğiyle alay eder gibi bir bir yanaklarına süzülüyordu. Aptal, diyordu sanki yaşlar ona. Yalnız kendinin değil, koca bir halkın ve tüm bunlarla hiçbir ilgisi olmayan birinin de sonunu getirdin.

KAR VE KÜLDEN (Tamamlandı)Where stories live. Discover now