•48•

5.4K 486 374
                                    

"Ciddi ciddi konuştuğumuz halde, bana önem ve değer vermek istemiyorsanız bu sizin bileceğiniz iş, nasıl isterseniz; size yalvaracak değilim. Benim de bir yeraltım var ve bu da bana yeter." demiş Dostoyevski, Yeraltından Notları'nda.

Kitabı ilk okuduğumda, toplum analizlerinde ve insan davranışlarını gözlemleyip yaptığı tüm yorumlarda ona katılmıştım. Elbette benden çok daha romantik ve çağının aydınları kadar da duygusaldır Fyodor Dostoyevski. Fakat pek çok noktada onunla aynı fikre kapılmış, bazı zamanlar da fazla içine kapanık olduğunu düşünmüşümdür.

Dostoyevski'nin aksine benim yeraltım (yani kendi iç dünyamdaki boşluk) çok daha erken yaşlarda ortaya çıkmıştı. Ablası, annesi ve ardından babası tarafından terk edilen bir çocuk olarak o yeraltına kendimi hapsetmiş ve sonra üzerime leke gibi yapışan bir isimle gerçek kimliğimi orada unutmuştum.

Sert ve aşılması zor katmanları bir bir aşan ve beni yeraltından çıkmaya zorlayan Jeon Jungkook, şu an karşımda dans ediyor, bir hastane bahçesinde çocuklarla oyun oynamaya çalışıyordu. Yaşamın pek çok güzelliğini göz ardı ettiğim hayatımda, böyle ender anlarda kendimi sakin düşüncelerde bulurdum.

Dün Jungkook beni eve bıraktıktan sonra, kapıda öylece dikilirken ona Sunya'nın anlamını ne zamandan beri bildiğini sordum.

"Çok geç öğrendim." dedi ve önümde eğildi.

"Bunun için üzgünüm."

Ona iyi geceler dileyip eve girdim ve sorunsuz bir uyku çekmek için Kim Namjoon'un sandığımın aksi biri olduğu gerçeğini düşünmemeye çalıştım. İnsanlar her zaman bencildiler. Buna alışmıştım. Şaşırmamak elde değildi ama, çünkü ne olursa olsun birini sevince ona güvenmek zorunda kalıyordunuz.

Ertesi sabah kahvaltıda babamla karşılaştık. Pek konuşmadık, Jungkook beni almaya geldiğinde babam kapıyı açtı, biraz bizimle lafladı; okuldan, yaklaşan Chuseok tatilinden bahsettik. Babam bu kez Jungkook'un ailesini sonraki ay için ciddi bir şekilde yemeğe davet etti.

"Davetinizi iletirim efendim." dedi Jungkook, öncekinin aynısı terbiyeli bir şekilde. İçimdeki bir his, bunu yapmayacağını bir şekilde biliyordu.

Jungkook'la o sabah okula kadar yürüdük ve gün boyu hep yan yana durduk. Derslerde, teneffüslerde, hatta öğle arasında bile Bangtan'dan ayrı takıldık ki bu, hiç normal görünmüyordu. Gerçi Iseul ve Tae Hyung dışında kimse de bize bulaşmadı. Jungkook onlara her ne söylediyse ya da aralarında her ne yaşandıysa (belki de hepsi Namjoon'la yaşadığım gerginlikten sonra Sunya'nın anlamını öğrenmişti) çoğu zaman biz yokmuşuz gibi davrandılar.

Pek yoğun geçmeyen okul zamanı bitince, Jungkook bana bir yere gitmemiz gerektiğini söyledi. Nina her kimse, onunla tanışacakmışım. Nina'nın Bulgarca kız ismi olduğunu anımsadım ama bu bilgi pek de net olmadığı için önyargılarımı arkaplana attım.

"Bu film izleme işi epey güzeldi, acaba tekrarlasak mı?"

Metro istasyonunda beklerken yanımda duran Jungkook'a bilmem der gibi baktım.

"Marvel Sinematik Evreni'nden başlayabiliriz mesela. Süper kahraman filmleri sever misin?" diye sordu hevesle.

"Ben sosyolojik ya da belgesel tarzında olan filmleri daha çok severim. Eğer kitabı varsa, filmini tercih ettiğim görülmemiştir."

Binmemiz gereken metro treni geldi, birbirini umursamayan insanlar topluluğuyla birlikte binerken kalabalıkta Jungkook'u kaybetmemek için okul ceketinin köşesinden tuttum. Boş koltuk olmadığı için arada ayakta durduk.

Jungkook üst taraftaki plastik aparattan tutunurken ben arkamdaki direğe yaslanarak sabit durmaya çalışıyordum.

"Marvel evreni dünyanın en güzel serilerinden biridir. Her karakterin kendine ait süper güçleri var. Düşünsene, kendi dünyalarını kurtarıyorlar!"

sunya Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin