•51•

3.9K 408 511
                                    

Karanlığa veda edip kendi hür irademle gözlerimi açmayı denediğimde, günlerdir uyumamışım gibi yorgun ve halsiz hissediyordum. Göz kapaklarımı kaldırmak o kadar zordu ki, durup dinlemem gerekti. Ardından, derin bir nefes almayı denedim, bunu yaparken kaburgalarım arasında bir sızı baş gösterdi. Acıdan inleyerek de olsa gözlerimi açmayı başardığımda, şaşırdığım ilk şey, bir hastane odasında oluşumdu.

Tek kişilik odada, pencereye yakın bir yatakta yatıyordum. Karşımdaki duvarda Van Gogh tablolarından biri vardı; muhtemelen Bay Yang'ın çalıştığı hastaneydi burası. Kendisi akıl almaz bir sanat aşığıydı.

Kafamı oynatmadan gözlerimi odada gezdirdim. Öyle filmlerde görüldüğü gibi kimse yoktu yanımda. Sağdaki siyah deri koltukta kimse uyuya kalmamıştı ve uyanmamı dört gözle beklemiyordu.

Buraya nasıl geldiğim sorusu aklımda canlanınca durup düşündüm.

Cevap için aradığım tüm yollar tek bir yere götürüyordu beni.

Düne.

Yuta'yla birlikte kutlamalarda gayet güzel eğlendiğimizi hatırladım, sonrası hiç beklemediğim şekilde ilerlemişti. Aslına bakılırsa, planladığım şeyler olmamıştı ama yine de standart Sunya günlerine oranla epey verimli vakit geçirmiştim.

Her şey bittikten sonra, çocukların erken uyuması gerektiği için ben de üzerimdeki kostümü çıkarıp kendi kıyafetlerimi giymiştim, kalan temizlik işleri için Yuta'nın yönlendirdiği ekibe eşlik ediyordum.

Birlikte salonu, bahçeyi ve geri kalan yerleri toparlayıp çöpleri temizledik.

Çıkışta arabası olan herkes diğerlerini eve bırakmayı teklif etti, hafif de olsa hava yağmurluydu ve yolda artabileceğini söylediler. Kibarca reddettim onları, ileriden metroya binip merkeze geçecek, oradan eve yürüyecektim. Herkesi selamlayıp teşekkür ettim. Binanın giriş kapısına vardığımda karşımda duran iki kişi, sorunsuz ve tuhaf bir biçimde verimli geçen günümü baltalamaya gelmiş gibiydi.

"Hey, selam." Jeon ailesinin muhtemelen en sivri dilli oğlu Jung Hyun ve yanında sevimsiz bir surat ifadesiyle duran Yooseul, beklediğim hiçbir şeye yakın değildi.

"Yoruldum." dedim ikisine de baygın bakışlarımı gönderip. Şu an isteyeceğim son şey bugünü kötü sonlandırmaktı.

"Eve gidiyorum." Gereksiz herhangi bir drama çekecek halim yoktu. Yanlarından geçtiğim sırada Yooseul kolumdan tuttu.

"Seni almaya geldik zaten, bin lütfen."

Yüzünde anlamadığım bir huzursuzluk belirginleşti Yooseul'ın. Çaresizce baktı bana. En az benim kadar yorulmuş ve enerjisini kaybetmiş gibiydi.

"Ne oldu?" Onun hakkında endişelenme konusunda kendimi durduramıyordum; ona acıdığımdan mıydı yoksa hiç gerçekten sevgi hissetmediğinden mi bilmiyorum. Yooseul ne kadar neşeli olsa da, bir yanım onun bu durumunu hep acınası buluyordu.

"İyi misin?" diye sordum cevap vermediğini fark ederek.

"İyiyim. Gel hadi."

Tereddüt ettim; onlara güvenebileceğim konusu tartışmaya açık değildi. Bunların amacı neydi? Burada olduğumu nereden biliyorlardı?

"Yağmur bastıracak." İkisi de eski arabaya doğru yürürken bunu bir uyarı gibi söylemişti Yoo Seul.

Bunun bir hata olduğunu bilsem de Jung Hyun'un sürdüğü o arabaya bindim.

"Ehliyetin var mı senin?" diye şüpheyle sorduğumda şoför koltuğunun yanındaki Yooseul "Sorun etmene gerek yok." demişti, dikiz aynasından bana ters ters bakarak. Bu sırada Jung Hyun çoktan ana yola çıkmış, sakince direksiyonu tutuyordu.

sunya Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin