Prologue

519 26 23
                                    

   Karanlık. İçinde yaşamak zorunda olduğum dünyanın ismi buydu. Sadece karanlık. İçinde yaşadığımı iddia ettiğim fakat aslında içimde yaşanılan tek gerçek bu olabilir miydi? Belki evet, belki hayır. Fakat sorunun cevabı ne olursa olsun bildiğim tek şey vardı. Donmuş kalbim seneler öncesinde atmayı bırakmıştı. Atmayan kalbimle yaşadığım bu dünyada uğruna yaşayacağım, ölmüş bedenimi az da olsa yaşıyormuş gibi hissettiren bir tane bile unsur yoktu. Yaşamak için amaç istiyordum belki de. Ve bu da sahip olmaktan bir o kadar uzak olduğum bir gerçekti.

   Alıştığımı söyleyebilirdim. Bedenim her ne kadar taşlaşmış olursa olsun, zihnimin donması senelerimi almıştı ve bir bakıma bundan memnun olduğumu söyleyebilirdim. Savurgan olmadan, kendini düşünmeden yaşamak bedenimi güçsüzleştirse de alışmak zorunda olduğum tek şey buydu. Susuzluk.

   Efsanelerin sadece kitaplarda ve ucuz filmlerde yaşandığı dünyada, efsanelerin en büyüğünü bir sır olarak saklamak tek gerçekti. Tek kural. Topluma karışma, güneşin seni yakmasına izin verme. Yıllardır tenime güneş ışığı değmiyorken ölümümü taçlandıran en güzel şey bu olurdu belki de. Yanmak. Sanki içimde sonu gelmez bir yangın yokmuş gibi, bir de dışımızın ufacık bir güneş parçasıyla yanıyor olması işin en ironi kısmıydı.

   Efsanelerden bahsetmişken, gerçek olamayacak çok şey duymuştum. Fakat inanılmaya orta çağda son verilen kan emicilerin günümüzde var olduğunu ve soylarının belki de korku yüzünden sona ermeye başladığını öğrenmek sizi şaşırtmamalı. Gerçeği öğrendiğimde ben şaşırmamıştım. Hatta gerçeğin ta kendisine dönüştüğümü anladığımda kabullenişim acı dolu olmuştu.

   Rüzgâr vücudumu yalarken, çevrede olabilecek gözleri hesaba katarak, katmak zorunda olarak, hızımı insan hızında tutmaya çalışıyordum. Zordu. Tanrım, çok zordu. Birkaç saniye içinde bir kilometrelik yolu gidebilecekken, bu kadar yavaş olmak ve insan gibi davranmak zordu. Ölümüm yakındı, biliyordum. Nasıl yapacağımı kestiremezken, bildiğim tek şey artık amaçsızca kaçıp durmaktan yorulduğumdu. Ölümüm yakındı, sadece sonum bir anlam ifade etsin istiyordum. Saçma bir şekilde 150 senelik hayatıma değmeyecek bir şekilde içimde son umut kırıntıları vardı. Ama biliyordum, kimsenin ruhu duymayacaktı. Zaten ölmüş olan bedenimi bir kez daha öldürmek bu kadar zor olmamalıydı.

   Şehirden yeterince uzaklaştığıma kanaat verdiğim dakika ağaçların arasına daldım ve tepeyi kendi hızıma nihayet geçebilmiş, ağaçların yanımdan rüzgâra karışıp akıp gitmesine izin vermiştim. Her ne kadar uzun bir hayatım olursa olsun bu rüzgârı hissetmenin verdiği his her zaman farklı olmuştu. Donuk hayatıma dair hatırlamak istediğim tek şey buydu belki de. Tek his buydu. Çünkü bunun dışında kalan tek his acıydı.

   Birkaç saniye sonra tepeye ulaştığımda bilerek hızımı kesmedim. Tepenin kenarına ulaştığım zaman ayağımın yere basmadığının ve bedenimin yere çekildiğini hissettim. Gözlerimi usulca kapatıp uçurumdan aşağıya düşerken kollarımı önüme uzatıp dalışı bekledim. Bedenimi kaplayan suyun soğukluğunu hissetmek istedim. Fakat tek hissettiğim şey ıslaklıktı. Ve bedenim suyun altına batıp kendi rotamda ilerlemeye başladığımda bir an olsun ciğerlerim nefessizlikten yansın istedim. Olmadı. Ne ciğerim yandı, ne de temin soğuğu hissetti. Hissettiğim tek şey tüm bedenime yayılmış olan sonu gelmeyen istek ve acıydı.

   Kıyıya ulaşıp sudan kendimi dışarı attığım an hızımı kesmeden yeniden sık ağaçların arasına girdim. Çok geçmeden istediğim yere gelmiştim bile.

   Çevreme ufak bir bakış atıp kimsenin olmadığına kanaat getirdiğim an yerde toprağın arasında bulunan kapıyı buldum ve sertçe kapıyı kendime çektim. Beklemeden kendimi aşağı bıraktığım sırada aldığım derin nefeste insan kokusu tüm bedenimi kaplamıştı. Misafirler vardı.

MARBLE / c.hDove le storie prendono vita. Scoprilo ora