7

126 18 77
                                    

   Ne kadar uzun bir yaşam sürerseniz, o yaşamın beraberinde getirdiği acılar da o denli çoğalır. Hele ki, boynunuza dolanmış bir pişmanlığınız varsa, o süreç daha az yaşanılası geçer. Başrolünü benim oynadığım o katliam hiç yaşanmamış olsaydı, benim adıma bu yaşa kadar yaşamak kolaylaşabilirdi. Uzun senelerin akıp geçtiği hayatımda deneyimlediğim tek şey yaşananların geçiciliği olmuştu. Fakat o gün, unutulmaktan oldukça uzaktı ve her geçen gün sanki o günü kafamın içinde yeniden yaşamakla lanetlenmiştim. 

   Ölümsüzlük bir lütuf değildi, bir lanetti. Eğer uğruna yaşanılacak bir şeyiniz yoksa bu sonsuzluk sadece bir hapishane olarak adlandırılabilirdi. Rutine dönen günler, beraberinde donukluk da getiriyordu. Hisler asla ilk günkü gibi sıcak değildi. Bedenin taşlaşmasının ardından, zaman geçtikçe ruh da bu işkencenin bitmiyor oluşundan dolayı taşlaşıyordu. Bedenin taşlaşmasını bir yere kadar umursamayabiliyordunuz fakat ruhun yokluğunu hissetmek, hisleri yaşayamamak en ağır olanıydı. 150 sene uzun bir süre zarfıydı ve ben artık ölümü mumla arar olmuştum.

   Belki de o katliam yaşanmamış olsaydı, Phoenix gibi dönüştüğüm canavarı sevmeyi deneyebilirdim.

   Gözlerimi tavana dikmiş, benim için ayrılmış olan yatağın üzerinde öylece uzanırken aklımda binlerce olasılık dönüp duruyordu. Ölümsüzlüğün bir lanet olduğu gibi, fazla düşünmenin de başka bir lanet olduğunu savunurdum. Pervasız değildim, gamsız hiç değildim. İstem dışı her şeyi fazlasıyla derinlemesine düşünmek de benim lanetimdi. Bunu durduramadığım gibi, dizginlemek konusunda da bir şey yapamıyordum. Beynimde dönüp duran düşünceler kontrolüm dışında gelişiyordu ve benim üzerime düşen tek şey oturup aynı acı senaryolarını tekrar tekrar izlemek oluyordu. Sürekli çarkları birbirine çarparak dönen paslı zihnimin bana karşı tek silahı düşüncelerdi ve beni içten içe öldürüyordu. Ölmeyi en çok da sonsuz huzura erişebilmek için istiyordum. Cennet veya cehennem var mıydı, bilmiyordum. Zaten dönüştüğüm yaratık ve yaşadığım uzun hayat beraberinde bana büyük bir inançsızlık getirmişti. Ölümden sonra bu katil bedenin nereye gideceğini bilmiyordum. İnanmak isterdim fakat içimdeki bu inançsızlığın da suçlusu sadece bendim. Ben ve içimdeki doyumsuz yaratık.

   Saatler öğleni bulmuşken, çarklarımı durdurmam mümkün değildi. Hiçbir zaman mümkün olmamıştı ama bazı zamanlar o çarkları sadece tek bir düşünceye odaklayabiliyordum. Bu sadece Phoenix'in yanındayken gerçekleşirdi. Bir şekilde aklımı dağıtmanın ve karamsar düşüncelerin yerlerine olumlu şeyler yerleştirmeyi becerebiliyordu. Aynı şekilde, hayatlarına girdiğim andan itibaren bu 4 tane adam da aynı şeyi başarabilmişti. Etrafta dolaşan hareketli bedenleri, bitmek bilmeyen enerjileri ile zihnimi sakinleştirebildiklerini söyleyebilirdim. Her biri, her bir olaya bambaşka perspektiften bakarken ister istemez benim bakış açımı da değiştirebiliyorlardı. Bulanık ve karamsar duygularla hapsolduğum zihnimi biraz da olsa yaşanılır kılıyorlardı.

   Uyandıklarını, daha ayılmamış bedenleriyle ortalıkta dolaştıklarını ve yavaş hareketlerle kahvaltı hazırlıklarına başladıklarını duyabiliyordum. Ortamı sarmış kahve kokusu burnumdaydı. İkisinin aldığı duşun ardından gelen sabun kokusunu bile alabiliyordum. Paytak adımların yerdeki baskısı, acıkmış midelerin gurultusu. Hepsi sanki yanı başımdaydı.

   Saatler farkında olmadığım bir hızda akıp giderken birkaç kez pencereyi yoklamıştım. Havanın beklendiği gibi bulutlu olması beni şaşırtmıştı fakat ara ara kendini gösteren güneş dikkatsiz olduğum bir denemede beni yakmayı başarmıştı. Sonrasında denemeyi bırakmış, yaşanacaklara kendimi bırakmıştım.

   Beklediğimin aksine, erken saatlerde kapalı olan hava saat öğleyi bulduğunda açılmış, yakan güneş kendini belli etmişti. Yatak pencereye en uzak olan nokta olduğu için burada uzanmayı seçmiştim. Fakat perdenin arasından sızan ince bir ışık demeti duvara vuruyordu. Parlak ışık, gri renkteki duvarı sarıya boyuyordu. 

MARBLE / c.hWhere stories live. Discover now