14

144 19 48
                                    

   Gözlerimi açtığımda gördüğüm her şey kırmızıydı.

   Keskin kayaların arasında acılar içinde uzanırken öleceğimin farkındaydım. Bedenimin hiçbir uzvunu hareket ettiremiyordum, acı katlanabileceğimin de fazlasıydı ve yardım çığlıklarımın dudaklarımdan çıkamayacağı kadar bitkindim. Öleceğimi biliyordum. Ölüyordum. Acı yerini uyuşukluğa bırakırken birkaç saniyenin sonrasında sonsuz bir uykuya dalacağımı anlamam zor değildi. Ve sonrasında acı yerini uyuşukluğa bıraktı, bedenimin hafiflediğini hissettim.

   Ama ölümümün üzerime çöktüğü o saliselik süre zarfında, gözümü son kırpışımda karşımda bir melek belirmişti. Gözleri daha önce hiçbir insanda görmediğim bir tonla kaplıydı ve sanki içlerinde güneş doğmuş gibi hissettiren parlak sarı harelerin içinde yanan yangını görebilmiştim. Teni parlıyordu, benim yıpranmış bedenim gibi pis değildi, mermere benzeyen pürüzsüzlüğün gözümü aldığını söyleyebilirdim. O an ölmüş olmalıydım, o an ölmüş olmalıydım ve göklerdeki Tanrı meleklerinden birini ruhumu taşıması için göndermiş olmalıydı.

   Kulaklarımda son anımda olduğumu belli eden bir çınlama varken, başımdaki meleğin beni götürmesini bekledim. Fakat melek beklediğimin aksine beni almamış, tam tersi üzerime çökmüştü. Ve tam o anda kopmak üzere olan bilincimin sarsılmasına sebep olan şey, az öncekinin binlerce kat şiddetlisi olan acının boynumdan bütün bedenime akması olmuştu. Her bir hücrem boynuma bırakılan acı sayesinde yanıyordu. Sesim çıkmıyordu. Düştüğüm yamaçtaki taşlardan daha keskin bir acı bırakan şeyin ne olduğunu bilmiyordum.

   Bu acıyı bırakan şey bir melek olamazdı. Şeytanın ateşini bedenime bırakan şey melek olamazdı.

"Güzelliğin ölümü kıskandıracak kadar fazla, çocuğum. Heba olmasına izin veremezdim." Şeytan'ın fısıldadığını yanan kulağımda zorla duymuştum.

   Acı çok fazlaydı. Acı yakıyordu. Ve yangının her bir hücremde adım adım gezdiğini hissedebiliyordum. Yaktı, çok uzun süre yaktı. Fakat söndüğünde ölmem gerektiğini biliyordum. Fakat ölememiştim. Gelen Şeytan bir şey yapmış, beni ölümün kollarından çekip almıştı. Belki de o gün, o kayaların arasında ölen şey bedenim değil, ruhum olmuştu.

   Gözlerimi açtığımda gördüğüm tek şey kırmızıydı.

   Çevreme bakındığımda beni ölüm yolundan çekip alan adamı görmek istedim. Yalnızdım. Ölmemiştim ama kendim gibi de hissetmiyordum. İri taşların arasında uzanıyorken, tek elimi kaldırıp önüme getirdim. Hareket etmesine şaşırmıştım. Fakat gördüğüm şey beni daha da şaşırttı. Tenim bana ait değil gibiydi. Az önce başıma çöken Şeytan'ın teni gibi beyaz ve pürüzsüzdü. Uzandığım yerden ne olduğunu anlayamaz halde doğrulduğum sırada gözlerim bedenimde gezindi. Üzerimdeki krem rengi elbisenin sırtı tenime yapışıktı. Dönüp baktığım sırada kendi kanımın üzerinde uzandığımı fark etmiştim.

    Neden ölmemiştim? Nasıl ölmemiştim?

   Tamamen ayağa kalkarken yalpaladığımı hissettim. Hızım normal değildi, görüşüm keskindi ama hızım kesinlikle normal değildi. Ağlamak istedim çünkü korkuyordum. Büyük bir belirsizliğin içindeyken korkuma engel olmam imkânsızdı. Gözlerimi çevrede gezdirdim. Aynı yerdeydim. Köyümden sadece birkaç kilometre uzakta, dağın yamacının kenarında. Farkında olmadan bastığım dengesiz taşın beni düşürdüğü, sert kayalıkların arasında. Ölmüş olmam gerekirdi.

   Phoenix. Annem.

   Gözlerim çevrede gezinmeye devam ederken aklıma gelen insanlarla birlikte seri adımlarla kayalıkların arasından çıkmaya çalıştım. Onları bulup neler olduğunu çözmem gerekiyordu. Bana ne olduğunu bulmaları lazımdı. Annemin yanına gitmem, kardeşime dokunmam, göğsümdeki bu yakan korkunun geçmesi lazımdı.

MARBLE / c.hWhere stories live. Discover now