Bölüm 23

2.4K 197 96
                                    

Hemmingsler'in evinde yapılacak olan akşam yemeği davetini hangi akla hizmet kabul ettiğimden emin bile değildim. Bu akşamın, tahmin edebildiğimden çok daha fazla canımı sıkacağını içten içe hissedebiliyordum. Aslına bakarsanız kabul etmekle bu hataya düşen kişi bendim, tabii, bunu kabul etmekle hata yapmış olma sonucuna ulaşmış olmak yalnızca benim tarafımdan bakıldığı zaman erişilebilecek bir sonuçtu. Annemin açısından bunun harika bir gelişmeymiş gibi göründüğünden emindim.

Dilediğim tek şey, babamın arkasından iş çeviriyormuş gibi görünmemekti.

Doğrusunu söylemek gerekirse oraya gitmek için aşırı hevesli değildim. Andrew Hemmings'i gerçekten tanıyıp tanımamak, o mükemmel hayat çerçevelerine annemle beni sığdırmak için ne kadar hevesli olduğunu görüp görmemek umrumda bile değildi. Annemin aklından geçenleri ise artık tahmin bile edemiyordum, etmek istediğimden de emin değilim. Ancak odamın bulunduğu koridorda akşam yemeğini kabul ettiğimi öğrendiğinden bu yana dilinden düşürmediği Frank Sinatra şarkıları yankılanıyordu.

Annemin bu evde şarkı söyleyerek herhangi bir iş yapmasının eskiden benim ruhuma ne kadar iyi geldiğini düşündüm. Elbetteki babamın da öyle. Çoğu zaman babam için asker olmak ya da hükümet görevlilerini korumak için dünyanın çeşitli ülkelerine özel görevler doğrultusunda gönderilmek onu yoruyordu, çekilmez karşılıyordu. Haklıydı da. Gittiği görevlerin neredeyse yarısında ne zaman döneceği belli bile olmazdı. Bazen dönüş tarihi gitmeden önce belirlenmiş olmasına karşın, devlet onu kalmaya zorlar; eve çok daha geç dönmesine neden olurdu.

Ama bu zamana kadar annemin babama bunu yapabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Hatta... nasıl geçebilirdi ki? Onların yıllar sonra bile birbirlerine ne kadar aşık olduklarını kendi gözlerimle görebiliyordum. Annem resim yaparken bir şarkı mırıldandığında, babamın onun mırıldanışıyla nasıl huzurla dolduğuna hep şahit olmuşumdur.

Şimdiyse içine düştüğüm bu lanet olası karanlık çukurun içinde bir çıkmaz yola saplanmıştım. Ayaklarım balçığın dibine gömülüydü adeta. Hareket edemeden... sessizce batıyordum. Acaba çırpınmak bir fayda sağlar mıydı? Çünkü bazen sağlarmış gibime geliyordu, bazense asla... öyle değilmiş gibi.

İçine takılarımı koyduğum kutuyu alıp bir bacağımı bedenimin altına alarak yatağımın üstüne sessizce oturdum. Annemin mırıldandığı şarkılara kulaklarımı tıkamayı tercih ettim. Kriz anlarında bile keyifli olmayı başarabilen bir kadın olduğunu şu son bir ayda öğrenmiştim ve o zamana kadar, annemin böyle bir yapıya sahip olduğunu bile bilmiyordum. Onu yeterince tanımıyormuş olduğumu fark etmek mi beni çok fazla üzüyordu yoksa çok iyi tanıdığımı zannedip, yanılmak mı? Her ikisi teknik olarak aynı noktada sonlanan uzun çizgilermiş gibi görünüyordu ama bence onları çok daha farklı bir patikaya ayıran, bilinmeyen bir yön vardı.

Tanrım... eğer ailemizi bile tanıyamayacaksak, başka kimi kelimenin tam anlamıyla tanıyabileceğimizden emin olabilirdik ki?

Sanırım bu soru tüm insanlar için çok büyük bir tıkanış noktasıydı. Şaşırtmaca yapılırsa paradoksa bile saplanabilirdik.

Takı kutumun içinden, babamın bana on beşinci yaş günü hediyesi olarak satın aldığı kolyeyi bulup çıkarttım. Aslında bunu seçmesine annem yardımcı olmuştu. Yani... babam bunu boynuma takarken böyle söylediğini hatırlıyordum. Zinciri altındı ve neredeyse dikiş ipi gibi ince sayılırdı. Ucunda siyah bir taş vardı ancak su damlası şeklindeydi. Onca model içinden annemin neden bunu seçtiğini hep merak etmişimdir. Yanlış anlaşılma olmasın, bu kolyeye hala baktığımda içim gidiyordu, çok seviyordum. Ama... bir anlamı olmalıydı, değil mi?

You Belong With Me || hoodWhere stories live. Discover now