Bölüm 32

2.5K 222 92
                                    

Eğer tüm dünya her gün, yeniden başınıza yıkılıyormuş gibi hissedip dursaydınız kendinize güvenilir bir liman olarak kimi seçerdiniz?

Bu soru bana beş ya da altı yaşlarımdayken sorulmuş olsaydı, vereceğim cevap herhalde çocuksu bir tavırla "Annem ve babam tabii ki," gibi bir şey olurdu. Öyle ya, o zamanlardaki küçük bir çocuk için ailesinden daha güvenilir görebileceği hiç kimse yoktur. Küçükken benim için de öyleydi. Annem ve babam için gerçekten de, kelimenin tam anlamıyla delirirdim. Hangi çocuk delirmez ki? dediğinizi biliyorum, elbette bu cevap karşısında verilebilecek birkaç türlü yanıt var. Benimkisi buydu işte.

Yıllarca aile konusunda kendimi çok şanslı olduğuma inandırmıştım. Pekala. Babam yılın çoğu zamanında bizimle olamıyordu ve aslına bakarsanız onun içten içe deniz piyadesi olmaktan yorulduğunu, ordunun artık ona ruhsal anlamda hiç kimsenin -kendisinin bile- iyileştiremeyeceği derin yaralar bırakmaya başladığını ve bunların babamın canını çok fazla acıttığını biliyordum ama en azından birlikteydik. Eve döndüğünde kalbimin odalarını sevgileriyle doldurduğum insanın varlığındaki o belirginlik duvarları huzurla ısıtıyordu. Annemin babam için en sevdiği yemekleri hazırlarken mutfakta mırıldandığı şarkıları dinleyerek ödev yapmak bana gerçekten tarifsiz bir mutluluk yaşatıyordu.

Sonra büyüdüm ve işler bu hale geldi.

Her şey tamamen karman çorman bir şekilde aklımın içinden göğsümün ortasına kadar büyük bir delik açmak için sürekli kayıp duruyordu. Koridorda yürürken göğsümdeki bu his birikintisiyle ağırlaştığımı hissedebiliyordum. Ben bir şeyleri yanlış mı yapıyordum? Neden hep bunlar benim başıma geliyordu? Bir şeyler yapmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Bir çözüm yolu bulmalıydım ama annem her şeyi çukurun dibine öyle bir sürüklüyordu ki bunu yapmamı zorlaştırıyordu.

Gerçi bu duyduklarımdan sonra artık ne yapabilirdim, elimden ne gelirdi ki? Biz hiçbir şekilde umurunda değildik.

Kimsenin olmadığı koridorda yürürken kitaplarımı göğsüme bastırdım. Luke'un söylediklerinin hala zihnimin içinde acımasızca yankılandığını hissedebiliyordum. Ve bu bana tarifsiz bir acı veriyordu. Kendi ailemden, yaşadıklarımdan, hatta neredeyse kendimden bile nefret etmek üzereydim.

Annem bunu nasıl yapabiliyor? Her şeyi geçtim, o hala babamla evli. Hala babamın ilk evlendikleri zaman aldığı alyansı takıyor, kağıt üstünde hala onun eşi. Bunun düşüncesine bile katlanamıyordum ama kelimeler bir insanın ellerine bürünerek boğazıma acımasızca çöküyor, beni soluksuz bırakıyordu.

Herkes şu anda derste olduğu için koridor tamamen boştu. Ders anlatan öğretmenlerin sesleri koridora kadar çıkıyordu. Birkaç sınıfta uğultu vardı ve bu da koridora kadar süzülüyordu. Seslerin arasında kaybolurken adım adım İngilizce sınıfıma ilerliyordum ama gözyaşlarım o kadar fazla dökülüyordu ki, yüzümün sırılsıklam olduğunu hissedebiliyordum.

Göz kapaklarımı yavaşça kapatıp yutkunduğumda boğazım acıdı. Kitapların kenarlarını biraz daha sıktım. Sanki onlardan güç alabilme olasılığım varmış gibi. Ama göğsüm çok acıyordu. Kendimi son derece aşağılanmış hissediyordum. Elbette her ne olursa olsun annemin yaptıkları beni tanımlamazdı ama bunu yalnızca söylemesi kolaydı. İnanması zordu.

Yüzümdeki kızarıklığın boğazıma kadar inmekte olduğunu hissettiğimden sınıfa girmeden önce elimi yüzümü yıkamak istemiştim. Tam kızlar tuvaletinin olduğu tarafa dönerken, nasıl oldu anlamadım, onunla burun buruna geldim.

Calum'la.

Sanki Tanrı bu karşılaşmayı özenle ayarlamış gibiydi.

Kulaklıklarının sadece bir teki sol kulağındaydı. Diğeri bomboş bir şekilde sallanıyordu. Telefonundan şarkı dinliyordu ve omzunun birine astığı spor çantasının kayışı vardı. Yürürken ekrana baktığı için ilk başlarda beni fark etmedi. İkimiz de koridordan dönerken neredeyse çarpışmak üzere olduğumuzdan şok içinde kafamızı kaldırıp birbirimize baktık.

You Belong With Me || hoodWhere stories live. Discover now