3⭕️

269 65 9
                                    

Şarkın bülbülleri diye bir masal okumuştum eski bir kitaptan. İnsan olmak isteyen bir meleğin on iki gününü anlatan fantastik bir masaldı. Gerçeklere bile inanmayan ben, o fantastik kitapla hiç ilgilenmemiştim ancak o masaldaki birkaç cümle nedense şimdi bana kendimi anımsatıyordu.

... Melek insan olmak için, bir insanın kalbini beş parçaya bölüp, ıhlamur ağacının altına gömmeli idi, bunu yapmazsa asla insan olamazdı. Ancak melekler böyle kötü işler yapmazdı. Eğer o bunu yaparsa, insan olmak için elini kana bulamış olacaktı. Yinede insan olmak istiyordu. Böylece seneler seneleri kovaladı, ne melek bir kalp bulabildi ne de insan olabildi....

Neden şimdi bu masalı anımsıyorum ki? Şu an canımın derdine düşmüş olmam gerekirken, aptal bir masalı düşlüyordum. Gözlerim son bir kez daha kapıya yöneldi ancak umut yoktu. Kapı kilitliydi. Üstelik adamla aramızda öyle kısa bir mesafe vardı ki kapıyı açmaya çalışsam kesin beni yakalardı. Yakaladıktan sonra ne yapardı , onu bilemeyeceğim. Her şeye rağmen riske girme lüksüm yoktu. Nerdeyse nefes bile almıyordum. Dizlerimin üzerine çökmüş, kafamı iki elimin arasına almıştım. Bu bile bana yeterli gelmiyordu. Hemen bir şey yapmalıydım, böylece durmamın hiç faydası yoktu. Bir anda içimde öyle bir his belirdi ki, sanki sırtımdan uygulanan bir kuvvet beni ölesiye itiyordu.

Arka bahçeden bana doğru gelmek de olan adamın ayak seslerini duymaya başladım. Yaklaşmıştı. Telaşla sağ sola baktım ve adamın evinin sadece o çatısı olan barakadan ibaret olmadığını gördüm. Ön bahçede küçük bir odacık daha vardı. Ancak burası öyle küçüktü ki içinde on kişi rahat duramazdı. Yinede başka şansım yoktu onun dikkati dağılana dek burada saklanmam gerekiyordu. En azından kapıyı açana dek. Kendime savurduğum yüzlerce hakaret arasında odacığa girdim. Kendi kendime söylenip duruyordum ancak, ne kadar iyi bir karar aldığımı adam benim olduğum bölgeye gelince anladım. Elindeki kırık cam şişe ile öyle heybetli görünüyordu ki, davetsiz misafirlere hiçte kibar davranacak bir hali yoktu. Bu odacık yarı tahta, yarı beton karması bir yerdi. Özensiz ve öylesine yapıldığı çok belliydi.

Boşluklar ve yıkıklarla dolu olan odanın, açık bölümlerinden birinden bakınca net bir şekilde adamı görebildim. Birden karşımda görünce ürkmüştüm. Korkudan hıçkırık tutmuştu, ancak sesimi duyması benim için hiç iyi olmazdı. Tüm nefesimi boğazıma tıkadım, öylece yutkunmadan durdum. Böyle beklerken ne kadar susadığımın farkına vardım. Boğazımın içi kupkuruydu, üstelik soğuktan etkilenen dudaklarım da yer yer çatlamıştı.

Bir kaç defa etrafına bakınan adam, etrafta şaşkınlıkla ve bir o kadarda korkuyla yürüyen bir yavru kediden başkasını göremeyince, büyük bir şangırtı ile şişeyi yere attı. Sinirlenmişti, ama niye? Benim bunu anlamam imkansızdı. Zaten yüzünü net göremediğim adam, adeta mimiklerden muaf tutulmuştu.

Yavaş yavaş, tekrar eski yerine dönüp karton kutularının üstüne döndü. Onu odacığın kırık dökük bölümlerineden rahatça izleyebiliyordum. Yüzünü net göremesem de oturup kalktığını anlayabiliyordum.

Benden uzaklaşınca derin bir nefes aldım, bir iki saniye bekledikten sonra tuttuğum nefes ile hıçkırığımın da geçtiğinin farkına vardım. Bu güzel bir şeydi, en azından...

***

Güneş yeni batmıştı ancak etraf zifiri karanlıktı. Girdiğim odacığın içinde göz gözü görmüyordu. Varsa bir lambası bunu açmam imkansızdı. Geriye kalan tek şey, gözlerimin karanlığa alışmasını beklemek olacaktı. Kendimi, kendime sövmekten alamadım.

"Lanet olası merakım, hepsi bu yüzden, şimdi evde ne güzel sıcacık ayaklarımı uzatmış televizyon izliyor olacaktım!"

Kendime lanetler yağdırmaya devam ediyordum ki, bir yerlerden cıkcıklama sesi yükseldi. Bu ses tanıdıktı, evet, bu ses gıcık oğlanın sesiydi.

MİLYONDA BİRWhere stories live. Discover now