Hafızasını kaybetmiş bir halde baş düşmanının evinde esir olarak uyanan Meira, geçmişte işlediği affedilemez bir günâhın bedelini ödüyor olduğunu öğrenir.
Meira uyandığında ona söylediği ilk sözü "Biz düşmanız" olan adamın, bir zamanlar gözlerinin...
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Bölüm İki
ℒ
Bana ait olmayan bir yatakta, bana ait olmayan bir yorganın altında uzanıyor ve bana ait değilmiş gibi gelen bu bedenin akıttığı gözyaşlarıyla saatlerdir kendi kendimi yiyip bitiriyordum.
Bütün bu yabancılıkta boğuluyor ve hatırlayamadığım bir geçmişin acısını nasıl hissedebildiğimi anlamıyordum. İsimler, yüzler, bir zamanlar paylaştığımız sevgi, birbirimize verdiğimiz değer ve bağlılık puslu zihnimin karanlık köşelerinde saklı kalsa da onları kaybetmenin müthiş ıstırabı içinde çırpınıyordum.
Artık hiçbir şey bana ait değil.
Gidecek bir yerim, sığınacak kimsem yoktu. O adam her kimse ve benden her ne istiyorsa onun yüzünden kimsesizdim artık. Geçmişi ve geleceği silinmiş, kaderine terk edilmiş, kaybolmuş biriydim. Ne yapacağım? Ailemin ardından beni bekleyen muhtemel sonu kabul mu edecektim? Etmeyeceksemde bir gün aniden kimsesizliğe uyandığım bir dünyada o adamla bir başıma nasıl savaşacak ve yaptıklarının bedelini nasıl ödetecektim?
Aynı odadaydım. Bir hastane odasına benzeyen sadeliğiyle sinir bozucu gelmeye başlayan odada ve uyandığım yatakta. Bu yaralı halimle o merdivenlere nasıl tırmandığımı ve kendimi odaya nasıl attığımı bilmiyor, hatırlamıyordum. Birkaç saat öncesine dair sahip olduğum tek anı o adam ve o adamın söyledikleriydi. Sonrası bulanıktı ve işte buradaydım. Hava artık tamamen kararmış ve dışarıda yükselen ayın ışığı soluk duvarlarda dalgalanmaya başlamıştı. Böyle sessiz sakin geçen bir geceye rağmen içimde kopan fırtınaların gürültüsü yüzünden bir türlü uykuya dalamıyordum. İçimde bir mahkeme salonundaydım. Yargıç da bendim yargılanan da ve bütün bunların suçlusunu bilsem de savaşacak kadar güçlü olamadığım için herkesten önce kendimi taşlıyordum.
Yatağımın hemen yanı başında duran komodinin üzerindeki saksıda gezindi gözlerim. Orkidelerin beyaz yapraklarını inceledim dalgın dalgın. Herhangi bir kişisellikten yoksun bu bomboş odaya ne diye orkide koyduğunu anlamadım ve az sonra da bir öfke nöbeti bedenimi ele geçirdi. Hıncımı kendimden başka hiç kimseden çıkarabilecek kadar iyileşmemiştim henüz. Belki de tam olarak bu yüzden rahatlamak için kalktım ve saksıyı tuttuğum gibi duvara fırlattım. Beyaz saksı plastiktendi ve duvarla buluştuğunda sadece birkaç yerden çatlayıp kırıldı, toprağı etrafa saçıldı ve çiçeğin uzun, zarif gövdesi kırıldı. Plastik bir parça saldırı veyahut savunma için ne denli tesirli olurdu, bilemiyordum ama yine de elimin boş olmasından iyidir, diye düşünerek hemen yere çöktüm ve saksı parçalarından keskin birini avcuma hapsettim.
Tam da o sırada kapı aniden açıldı, gürültüyü duyup gelmiş olmalıydı ve bir süre kapı girişinden yerdeki dağınık vaziyete baktı. Beni görmedi, umursamadı, sadece çiçeğe odaklandı ve sonunda da yavaşça, neredeyse beni germek istiyormuş gibi ağır adımlarla bana doğru yaklaştı. Ters bir harekette bulunmasından çekindiğim için o yaklaştıkça, ben de yerde geriye kayarak ondan uzaklaştım ve sonunda sırtımı duvar kenarına dayadım. Hâlâ benimle ilgileniyormuş gibi değildi. Gövdesi kırılmış ve yaprakları dağılmış çiçeğin dibine geldiğinde dizlerini kırarak eğildi. Parmaklarını uzatıp kırık orkideye dokundu ve dalgın bir şekilde yapraklarını okşadı. Kaşlarımı çatarak onun bu anlamsız hareketlerini izledim.