0.0

4.3K 221 44
                                    

Sıcak, Bozkır Ve Hasan

Ersen ve Dadaşlar * Gafil Gezme Şaşkın

Zamanın birinde Alcanlı Köyü'nün Güneş'i sarı mı sarı ortalığı ışıttığında, çağlayan nehirlerinde sular gürül gürül aktığında, dağların ardından ilk ışıklar süzülüp de uyuyan kuşlar birer birer uyandığında elinde defter kalemiyle uzun boylu, sarı saçlı, baştan aşağı jilet gibi giyinmiş bir delikanlı arabasından indi. Çatılmış kaşları öylesine sarıydı ki kimse sinirle etrafına baktığını anlayamazdı fakat burnundan soluyup arabasına bir tekme savurduğu an yuvalarının etrafında zıplayan tavşanlar bile hızla çıktıkları deliğe geri girdi. Elindeki deftere hızla not alıyordu delikanlı ama elinde kalem değil de kılıç tutuyordu sanki! Arabasına ilk bindiğinde hevesle yazılmış ilk cümlelerin ardına bu öfkeli cümleler yakışmıyordu şüphesiz ama daha ilk işine giderken, bilmediği bir yolda mahsur kalmış delikanlının sinirine de hak vermemek olmazdı. Sıcaktan terlemiş sırtına yapışmış olan siyah ceketini çıkarıp arabanın arka koltuğuna defteriyle beraber bıraktığında şoför koltuğuna binip tekrar arabayı çalıştırmayı denedi ama nafile! Baba yadigarı arabanın yine sorun çıkacağı tutuvermişti.

"Allah kahretsin!" diyerek öfkeyle direksiyona geçirdi delikanlı. Aynı sertlikle arabadan inip nereye gideceğini bilmeden yeri döver gibi yürümeye başladı. Sağı dümdüz bozkır, solu dümdüz bozkır, arkasıyla önü bir toprak yoldan ibaretti. Ne bir levha, ne bir işaret, ne uzaklarda yaşama dair bir ışık vardı. Yönsüz rotasız ilerlerken "Hadi yanlış yere yürüyorsam!" diyerek bir telaş sardı delikanlıyı, gerisin geri dönerek bu defa tam aksi istikamete yol almaya başlamıştı ki "Geride bir yerleşim olsa muhakkak arabadan görürdüm. En iyisi ilerlemek!" diyerek tekrar döndüğü yolu adımladı. Az gitti, uz gitti; siyah takım elbisesi baştan aşağı toza bulanmıştı, kravatı liseden kaçmaya çalışan çocuk gibi sarkıyor delikanlı ağzına ağızlık takılmış gibi hırlaya hırlaya nefes alıyordu. Tam pes edip olduğu yere bayılacakken ileride koyu siyah bir nokta halinde üzerine gelmekte olan bir traktörün gölgesini gördü. İlkin kendini çölde serap gören bir bedevi gibi hissedip gördüklerine güvenemedi; baktı traktörün gürültüsü de kulağına doluyor ardından Azrail kovalıyor da önündeki melek cennetten gelen müjdeyi ona uzatıyormuş gibi traktörün önüne atlayıverdi. Bunu yapmasına hiç mi hiç gerek yoktu çünkü traktörü kullanan Küçük Ahmet, zaten durup yabancıyı selamlayacaktı. Topraklı yolun ortasına bayılmış gibi düşen adamı görünce eli ayağına dolaşıp zorla durdurdu aracı, yere hızla inip eli yüzü terden sırılsıklam olmuş delikanlının alnına yapışmış saçlarını kaldırdı. 

"Aman ağabey!" dedi telaşla. Traktöre koşup su şişesini getirdi. Delikanlının yüzüne döküp kendine gelmesini sağladıktan sonra "Al ağabey, iç iç!" diyerek ağzına suyu dayadı. Hakikaten cennete düşmüştü delikanlı; hayatı boyunca ilk defa su görür gibi içti. Sonra soluklanıp tekrar içti. Kendine gelir gibi olduğunda çocuğa bakıp "Sağ ol çocuğum." dedi, ilk defa hayatında birine müteşekkir kalıyordu. Alıp çocuğu iki yanağından öpmek, boynuna sarılıp cebinden harçlık vermemek için zor tuttu kendini. 

"Ağabey, burada böyle ne işin var? Başın mı belada?" dedi Küçük Ahmet telaşla. "He, belada." dese yapabileceği bir şeyler varmış gibi delikanlıyı yerinden doğrultup yukarı bakarak gözlerini izlemeye çalışıyordu. 

"Yok, yok çocuğum!" dedi delikanlı. "Alcanlı Köyü'nü arıyorum. Arabam bozuldu geride. Ben de bulurum diye yollara düştüm. Sen gelmesen şuracıkta bayılırdım. Birileri leşimi bulurdu!" 

Çocuk kaşlarını kendine gölgelik etsin diye olabildiğince çatarken "Alcanlı mı?" dedi. Delikanlı başını sallayarak onu onayladı. "Ağabey," dedi Küçük Ahmet. "Ben oralıyım. Gel bin traktöre, seni götüreyim." 

İkinci defa cennet havadisi duymuş gibi sevindi delikanlı. Bu Güneş'ten yanmış kara çocuk hayatını kurtarıyordu, en sonunda dayanamayıp "Olur, çok iyi olur!" diyerek çocuğun başını okşadı. Ama sormadan edemedi, arabası ne olacaktı?

"Kapısını kilitlediysen yarın bizim köyden tarlaya inenler alır getirirler, sen dert etme ağabey. Halin yok, şimdi arabayla uğraşma." deyince içten duyduğu minnetle beraber çocuğa baka baka traktöre bindi. Defteri yanında olsaydı bu anları aynen yazacaktı fakat unutmayacağından emin olduğundan yarın da yazabilirdi. Traktöre bindiğinde terden sırılsıklam tenine bir serinlik indi ilkin, traktör yol aldıkça yüzüne yüzüne hafif rüzgar vuruyor, ensesinden sırtına değin ürpertiyordu onu. Soğuk suyla eli yüzü yıkandığından üşüyordu da ama bu sıcakta üşümesi velinimetti. Yoksa traktörün üzerinden topraklı yola boylu boyunca uzanırdı delikanlı. 

"Ağabey sen belli ki buranın yabancısısın. Köyde tanıdığın mı var? Hiç tanımam seni." 

Delikanlı gözünü yoldan çekip traktörü beceriyle süren Küçük Ahmet'e bakıp yaşından büyük ahbaplığına gülümseyerek cevap verdi.

"Yok çocuğum, buralı değilim. Aslen İstanbulluyum. Adım da Mehmet."

"Essah mı ağabey?" dedi çocuk heyecanla. "Benim de Ahmet. Buralı değilsen niye geldin o zaman ağabey buralara?" diyerek heyecanla sohbete devam etti. Gözlerini tekrar yola diken Mehmet, önünde uzanan bozkırın sonu gelmeyecekmiş gibi duran sarısına gözünü dikerek konuşmaya başladı. 

"Ben mesleğini yeni almış bir gazeteciyim çocuğum. Çalıştığım yerde köyle alakalı küçük bir anlatı yazısı hazırlamam için buraya yolladılar. Ne işe yarayacak, onu da bilmem. Eh, çaylağız diye anlatmadılar da, buralara kadar yine o nedenden, çaylağım diye beni gönderdiler. İlkin, ilk görevim olduğu için heyecanla atıldım fakat şimdi beni niye yolladıklarını iyice anladım. Kimse gelmek istemiyor da ondan!" 

"Öyle deme ağabey. Bir talihsizliktir yaşamışsın ama araban bozulmayıp dümdüz köye varsaydın pek memnun kalırdın. Köyümüz çok güzeldir." dedi Küçük Ahmet alıngan bir tavırla. Hakikaten de traktör durup da bozkırın sarılığı gerilerde kalınca Mehmet, çocuğun ne demek istediğini daha iyi anladı. Yol boyunca cennet de cennet demişti ama esas cennet buradaydı, tam olduğu yerde. Boyunca ağaçların gölgeliği Güneş'in serinliğini engelliyordu, köyün etrafından dolaşan nehrin gür sesi ortalığa yayılırken çocuklar oradan oraya koşturuyordu. Şalvarlı kadınlar, ağızlarında sigarasıyla bir uçtan diğer uca yürüyen erkekler bile gözüne dinç ve güzel görünmüştü delikanlının. Büyülenmiş bir vaziyette etrafına bakarken tüm bu manzaraya karşı çıkar gibi "Ali... Ali... Ali... Ali... Ali... Ali... Ali... Ali..." diye ortalıkta dolaşan, sürekli orasını burasını kaşıyan, gelenin gidenin üzerine yürüyüp "Ali'yi gördün mü? Ali... Ali... Ali... Ali..." diyen bir adam yalın ayak dolaşıyordu. 

"Gördün mü ağabey, köyümüz çok güzeldir." derken delikanlı hala bu adama bakmaktaydı. Küçük Ahmet de fark edip hemen açıklama getirmek istedi. "Korkma ağabey ondan. Hiç kimseye bir zararı yoktur." dedi. 

"Kim ki?" diye sordu delikanlı.

"Adı Hasan. Eskiden çobandı. Ama bir şey yaşanmış buralarda. Ondan sonra da kafayı yemiş diyorlar." 

Hasan, delikanlıyı görüp dikkatle yüzüne bakarken "Ali... Ali..." demeye devam ediyordu. Delikanlı ise buraya neden geldiğini o an hatırlamış gibi Küçük Ahmet'e hızla dönerek sordu.

"Olay mı? Ne olayı?" 

Omuzlarını tasasızca silken Küçük Ahmet, gözlerini kapatarak cevapladı. "Vallahi bilmem ben ağabey. Burada pek konuşulmaz bu olay. Sevda işi diyip geçerler büyükler. Eğer deşersek dövüyorlar. Biz de deşmiyoruz. Hikaye mi yok etrafta? Dolu! Gider başkasını dinleriz. Dayak yemekten iyidir. Ama sen çok öğrenmek istersen gidip Hasan'la konuş. Öyle göründüğüne bakma, bana kalırsa aklı az çok yerinde. Bir şansını denersin."

Delikanlı duyduklarıyla haber niteliği taşıyabileceğini düşündüğü bu gizeme karşın keyifle dudaklarını yaladı. Tekrar dönüp Hasan'a baktığında ardını dönmüş dağa doğru yürüdüğünü gördü. 

Meczup Ali (Gay) •Tamamlandı•Where stories live. Discover now