1.6

981 88 39
                                    

Bitmeyen Acı
Hülya * Ah Neyleyim Gönül

Göğün arşınlarında belirmekte olan kurşun rengi bulutlar, dağın buhara bulanmış sisli havasının üzerine gözyaşlarını, bir tespihe dokunan zeytin çekirdeği gibi sicim sicim işlerken mağaraların dilsiz gürültüsüne şimşekler doluyor ve sanki kendi hallerinde yeterince gürültüleri yokmuşçasına yankılanarak yeri göğü birbirine katıyordu. Köyün naylon tentelerinden, tuvalet borularından, avluyu çamura bulayan fakat çardağın altında kalan toza dokunmayan ılımlı sesine kıyasla dağ birbirinin üzerine devriliyor, hemen sonra birden kalkarak bir başka dağın devrilmesine neden oluyordu. Ağaçların, bir merdiven gibi yükselen yapraklarından sıçrayan yağmur damlaları, rüzgarın şiddetiyle sallanan gövdelerinden kovaya doldurulmuş ve birden boşaltılmış su gibi hışımla iniyor, şiddetini artıran derenin üzerine akarak toprağın bereketsiz derinlerine doğru taşmasına sebebiyet veriyordu. Soğuğun bulduğu her delikten içeri tıpkı bir eşkıya gibi dalan cephanesi, dişsiz bir ağız girdisine sığınan karıncaları, birbirine sokulan canlıları oldukları yerde titretiyor, kuyruklarına birbirine dolayarak birazcık sıcaklık için daha da yapışmalarına yol açıyordu. İnsanların pek azında rastlanan bu dayanak, yazık ki Gazeteci Mehmet'in sığındığı mağarada bir işe yaramıyordu. Zira tek başınaydı olduğu karanlıkta ve gözlerinin önündeki açıklıktan gördüğü yağmur, soğuk ve sis, üzerine geçirdiği battaniyeye daha sıkı sarılarak nefesini muhafaza etmekten başka bir işe yaramıyordu. Kenarlarındaki ipler sökülmüş, pek çok yeri battaniyenin kalınlığı ile tezat olan ince carşaflarla yamalanmış, rengi kahverengi olmasına rağmen tozdan topraktan boza dönmüş örtü de bir işe yaramıyordu fakat tek çaresi buydu. Daha henüz bir parça kendine gelebilmiş bünyesini tekrar yatak döşek hasta etmemek için burnunu tozun yuvasına sokuyor, hapşıracak oluyor sonra hemen daha da sıkı sarılıyordu.

Fakat garip bir şekilde bundan dolayı kendisini rahat hissediyordu Gazeteci. Zira bedensel eziyetler zihinsel eziyetlerin önünde bir engel teşkil ediyordu. Üşümek, hasta olmak, titremek, kemikleri sanki donmuş da ortadan ikiye ayrılıyor gibi hissetmek onu Meczup Hasan'dan, Ali'den, mesleğinden ve bunların dolaylı yoldan neden olduğu varoluş çukurundan alıkoyuyordu. Zira artık düşünmek yoruyordu Delikanlı'yı. Düşünmüyor da beynindeki kıvrımlar düzleşiyordu sanki ve düzleşecek bir yer kalmayınca tekrar bükülmeye başlıyordu. Kendi doğasından çıkarak farklı bir boyuta evriliyordu sözgelimi ve her seferinde daha yoğun bir girdaba sürüklenerek başka dehlizlerde yeni bjr boyutun şekline giriyordu. Durup şöyle bir etrafına bakıyordu bu anlarda Gazeteci Mehmet. Bir ağacın düz, süregelen varlığında oyalanıp "Bir ağaç olmak..." diyordu, sonra gözleri bulutlarda dolanıyor, toprağa iniyor, kuvvetsiz birkaç ota değiniyor ve hepsinin yerine kendini koyuyor fakat bir türlü kendi olamıyordu. "Kendim olmak..." derken dahi 'kendi' denilen kavramı sorguluyor, işin içinden çıkamıyor ve birden korkuyla sıçrıyordu. Hasan geliyordu aklına zira. Henüz kendisini bulamamışken Hasan'ı nasıl bulacağını düşünüyor, dalgın dalgın bir noktaya bakarken "Mehmet." diyordu. "Mehmet... Mehmet... Mehmet..." Birden sesinin rengini yitiriyordu kelimeler. Radyoda kanal ararken araya giren cızırtı gibi karanlığa bürünüyor, hemen sonra çok daha güzel bir kanalı bulur gibi gülümsüyordu. Tekrar "Mehmet" diyordu fakat ses kendine ait değildi, Hasan'a aitti. Etrafında dört dönüyordu Meczup bu anda, Mehmet ortada öylece uzanırken kaşınıyor, sakallarını yoluyor, ağlıyor ve durup durup "Mehmet..." diyordu. "Mehmet... Mehmet... Mehmet..."
Olduğu yerden doğrularak Hasan'a doğru kalkınmak istiyordu. Fakat bedeni, hiç var olmamış gibi ortadan kayboluveriyordu Mehmet'in. Durup olduğu yere bakarken kendinden arta kalan bir çabut bezine gözleri dalıyordu. Kana bulanmış bu şekilsiz düzlüğe bakarken birden ölüm geliyordu aklına ve durup düşünüyordu. "Öldüm. Öyle çok ölüyorum ki öldüğümü dahi fark edemedim."
Fakat kendinden öte fark eden birileri dolanıyordu etrafında; sakin, cansız adımlarla; dilini yitirmiş renksiz kelimelerle. Kendini parçalayan, gözlerindeki yaşlar dinmeyen, dünyadaki tüm diller susmuş da bir tek kendi adı kalmış gibi ikiye katlanıp bükülen ve bir doktorun bile şaşıracağı kadar kırılıp parçalanan kemikleriyle orada duruyordu. Bu sefer kendi ölümünü unutup Hasan'ı düşünüyordu Mehmet: "Ölen için mi güç yaşamak yoksa yaşayan için mi güç ölmek?"

Meczup Ali (Gay) •Tamamlandı•Where stories live. Discover now