2.5

607 50 30
                                    

Gitmenin Sesi

Optikler * Köylü Kızı 

       Küçük Ahmet'in dağdan inişi akşam saatlerine denk gelmekteydi. O güne değin erkenden eve dönen küçük çocuk, aile içindeki tatsız havadan kaçmanın verdiği ahvalin yanılgısı ile dağdan usul usul inen nazlı Güneş'i fark edememiş, fark ettiğinde de dağdaki dostluk havasını terk edememişti. Fakat artık dağlı insanların dahi mağaralarına sığınarak ateş yakma vakti gelmişti. Belli belirsiz görünen köydeki evlerden yükselen gaz lambaları da bunu haber vermekteydi. İstemeye istemeye kalktı Küçük Ahmet. Burada içtiği bir tas çorbanın lezzetini değil evdeki sıcak tepside, sarayda dahi bulacağını düşünmüyordu. Elindeki tabağı bir yana bırakarak mağaranın çıkışına ilerledi. Kim nerede, hangi pozisyonda seçemiyordu. Mağaranın içine bir yavru karanlık inmiş de dünyaya ilk defa gelmenin verdiği çocuksu heyecanla oradan oraya sekiyordu sanki. Bir türlü gözü de alışamıyordu insanın. Zira ilk evvela karanlık görünüyordu göze. İnsan aramaktan vaz geçti Küçük Ahmet, nasılsa duyulurdu sesi. Yeter ki karşısındaki duymak istesin:

"Allahaısmarladık. Geç oldu, ben kalkayım ağabeylerim, ablam."

Elini bir an havaya kaldırarak sallayacak oldu çocuk fakat bunun görülmeyeceğini bildiğinden indirdi. Yeter ki görmek istesinler de diyemiyordu zira kör olan ne denli görmek istese de göremezdi. Bu karanlıkta herkes çokça kördü.

Mağaradan dışarı çıkınca yüzünü göğe dikti Küçük Ahmet. Ciğerlerini zorlayacak denli temiz olan havayı içine çekti. Dünya, böyleyken ne hoştu. Nasılken diyerek kendine sordu Küçük Ahmet. Kimse yokken diye cevapladı içindeki ses. Annemin korkak bakışları, ezilmiş, bir avuç olmuş kadınlığı yokken, babamın her terse havaya kalkan nasırlı elleri, öfkeli bakışları yokken, Meczup Hasan'ı bir köşede ölmeye terk etmiş köylü yokken ve sözün varacağı yerde bir de köy yokken, içindeki insanlar yokken, kendisini rahatsız etmeyen Gazeteci Mehmet, Müzeyyen abla ve yine Meczup dahi bir anlığına yokken, sadece alabildiğine gökyüzü, bir avuç öten zararsız böcek, zararlı olanı karanlığa boğan şu gece, tüylerini ürperten ayaz ile insanı dinç, huzurlu, canlı kılan şu Dünya, böyleyken ne güzeldi! Bir an oradan kıpırdamak istemedi Küçük Ahmet. Bir yanı yanından yöresinden geçip gidebilecek herhangi bir zararlı hayvanın tedirginliğini yaşarken, onu burada, bu yaşta böyle bir huzur aramaya iten insanların zararı gözünün önüne geldi. Hayvandan vaz geçti Küçük Ahmet. Ne demişti Gazeteci ağabeyi:

"En zararlısı insandır oğlum Ahmet. İnsan da bir hayvandır ama öyle kibirlidir ki durup ayağının altında ezdiği hayvanla bir olduğuna inanmak istemez. Azıcık mantığı olsa, acımasız da olsa durup kulak vermek istersin fakat mantığı da yoktur. Sadece insandır. İnsan olması da yeter artar ona."

Doğru dediğini çok düşünmeden anlayabilirdi Ahmet zira az zamanda çok şey görmüştü. İlk evvela, Meczup Hasan'ı görmüştü. Ona bakmaktan öte bir şey yapmayan, uzaktan uzaktan gözleriyle onu sarıp sarmalayan Gazeteci Mehmet'i görmüştü, evden yalın ayak koşarken akan burnunu tutan Müzeyyen ablayı, sefilliklerini, ıstıraplarını görmüştü. Dağa sürülmüş, topa toprağa batmış hallerini, bir tas çorbayla bir günü geçiren zayıf bedenlerini, dillerinden sevmekten, insan olmaktan başka bir şey geçmeyen tüm bu insanları görmüştü. Bir yanda da onları taşla, sözle, sopayla ve dahi silahla kovalayan şu köylüleri, babasını ve anasını görmüştü. Yaşıtları içinde Müzeyyen abla hakkında kötü kötü konuşan öz ağabeyini görmüştü. Böyle olunca "İnsan" diyordu Ahmet. Kafasında iki ayrım yapıyordu, sonra durup bu ayrımı ona yaptıran diğerlerine küsüyordu. Bir tek insan bilmek istiyordu Ahmet, onu da henüz tam tanımlayamamıştı ama içine şimdilik üç kişi giriyordu: Gazeteci, Meczup, Müzeyyen.

Meczup Ali (Gay) •Tamamlandı•Where stories live. Discover now