2.3

680 54 46
                                    

Hadsizliğin Sınırı*

Selçuk Alagöz * Malabadi Köprüsü 

Birbirlerinden biçimce farklı, zihince farklı, yaşça farklı, sözün varacağı yerde zıt çelişkilerin çeşitliğiyle dağın sarıca toprağında iki siyah leke gibi donmuş kadınlar, gözlerinin önündeki oyuk oyuk mağaraları incelemekteydiler. Geldikleri an gözlerinin önüne gün gibi bir adet mağara serilecek, Gazeteci Mehmet, Meczup Hasan, Müzeyyen ellerinin altında olacak sanıyorlardı fakat besbelli yanılmış olmalıydılar. Zira bu dağın her bir yanı, kendileri kadar çeşitli boyuttaydı. Bir yanda akan suyun sesi işitiliyor, bir yanda rüzgarın oynaştığı çimenler nazlanıyor, bir yanda sincaplar baş verip iniyorken iki kadın birbirlerine dayanmış, bekleşiyorlardı. Hangi mağaraya gireceklerini bilmiyorlardı, girmekten de çekiniyorlardı zira kadın başlarına yalın yapıldak buraya kadar gelmişlerdi. İçinde neyin olduğunu bilmedikleri karanlığa doğru ilerlemek istemiyorlardı. Mihriban Ana kendinden için düşünmüyordu ya, Türkan ince bir dal gibi gencecik kızdı. Bu mağaralarda efendi insan olmazdı, olsa olsa it kopuk olurdu. Türkan'ı tuttukları gibi, alimallah. "Tövbe!" dedi içinden Mihriban Ana. Dedi, demesine ya, şimdi ne edeceklerini yine de bilemedi. Buradan geri dönsen olacak iş değil, mağaralara da giremezler... Derin ve sıkıntılı bir nefes aldı Ana. Yüzünü, Türkan'a bir hal çare bulacakmış gibi çaresizlikle çevirdi. Tek bir kırışığın, lekenin uğramadığı ay yüzünde boncuk boncuk terleri görünce kendi yorgunluğunu hatırladı yaşlı kadın. Dizlerinde derman kalmamıştı, belini doğru dürüst doğrultamıyordu. Her bir yanına ayrı ayrı kor ateş koymuşlar gibi bir o yana bir bu yana öğünüyordu. Mağaralara yüzünü dönerek genç kızın kolunu tuttu:

"Gel kızım. Az soluklanalım şu gölgelikte." 

Türkan Gelin, Mihriban Ana'nın bunu demesini bekliyor gibi rahat bir soluk aldı. Öyle ki yorgunluğunun yarısını o solukla saldı sanki. Kolunu bir değnek gibi kullanan yaşlı ananın gösterdiği ağaca doğru adımladı. Tam ağaca varmışlardı ki ikisinin de gözüne bir hareketlilik, bir canlılık ilişti. Kulakları henüz işitmeye başlamıştı fakat köyde olsa sağır kesilecekleri, hiç yoktan görünmez bilecekleri tekrarın sesini yüreklerinde duydular:

"Ali...Ali...Ali...Ali...Ali...Ali...Ali...Ali...Ali..."

İki kadın da aynı anda yönünü sesin geldiği yere çevirdiler. Elindeki iğreti bir değneği heybetli bedenini taşıyacakmış gibi yanında tutan, saçı sakalı görmeyeli daha bir uzamış, öyle ki tanımayanın "Kim bu dağ kaçkını?" diyerek korkup geri çekileceği bir bulamaca dönüşmüş, kirden teni siyahlaşmış Meczup'u seçtiler. Yola çıktıklarından beri sadece düşüncenin sıkıntısında kalmış, bekleyip bir topak demlenmiş işleri yüreklerine bir can sürgüsüyle girdi. Öyle ki Meczup gelmemiş de onlara birer fiske vurmuştu. Türkan Gelin, henüz bir saat önce dinlediği, adını işittiği bu garip beşeri şimdi karşısında daha bir farklı, daha bir canlı gördüğünden olsa gerek gidip boynuna sarılmak, onu tutup çekmek, bu köyden de bu insanlardan da uzaklaştırmak, köyün içinde seferberlik başlatıp Ali'nin bildikleri ne kadar parçası kalmışsa toplatmak, bir anıt mezar yaptırmak ve Hasan'ı bu ölü umuttan da, kendinden de kurtarmak istedi. Fakat bunu hissetmiş gibi koluna daha sıkı tutunan Mihriban Ana'nın engeliyle karşılaştı. 

Meczup da şaşmıştı bu karşılaşmaya. Lakin dilinden düşürmediği "Ali..." ile yoluna durmaksızın devam ediyor, mağaranın girişine doğru ilerliyordu. Demirden bir kapı olsa yüzlerine kapayıp sürgüleyecekti Meczup. Yüreği öfke yangınına dönerken bir dua  gibi Ali diyor, Ali'ye sığınıyordu. Kulaklarına onun sesi doluyor "Deli deli zırdeli..." diyerek yankılanıyordu. Bu uzak, rengini, sahibini yitirmiş ses dahi dinginliğine kavuşturuyordu Meczup Hasan'ı. Burnuna hasretin kokusu dolarken gözlerini koluna kuruladı. "Ali'm" dedi titrek sesiyle, mağaraya girdi. 

Meczup Ali (Gay) •Tamamlandı•Where stories live. Discover now