2.2

653 54 39
                                    

Eski * 

Ersen Ve Dadaşlar * Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm 


Umutsuzluk Dağı'nın ardından doğmakta olan Güneş'in sarı sıcağı terlerini kamburlarında taşıyan kadınları caydıracak denli kuvvetle umudu doğuruyordu. Öyle ki doğumun acısı çığlık çığlık birikip kadınlara kadar ulaşan bir boğaz ağrısını işliyordu. Bir yanda Mihriban Ana öksüreduruyor diğer yanda Türkan Gelin öksüreduruyordu. Dağın tertemiz havasının kendilerine iyi gelmediğini düşünen iki kadın arada bir durup soluklanıyor, azıklarına koydukları bir şişe suyu içerek boğazlarını dinlendiriyorlardı. Tarladan, köyden bakınca ne yakındı dağ, elini atsan bir kuş gelip konacak, bir rüzgar koşup inecek, bir ceylan yetişecekti sanki. Oysa serinlikte çıktıkları yolda çoktan öğle güneşi başlarına inmişti. Gel zaman git zaman, muhabbet de edemez olmuştu iki kadın. Diyecek bir söz bulamıyorlar, içten içe yol bitip de dağa varacakları zaman ne ile karşılaşacaklarını düşünüyorlardı. Şüphesiz Türkan, merak ve endişe içerisindeydi. İlk evvela ismini duyup da bir türlü görmenin nasip olmadığı Gazeteci Mehmet'in şeklini şemalini merak ediyordu, sonra Meczup Hasan'ın karşısına dikilip de böyleyken şöyle diyen Mihriban Ana'ya karşın bakışını, Müzeyyen'in tüm bunları duyduktan sonra gireceği hali... Tüm bunların hayali de içine bir sıkıntı, endişe veriyordu. Olduğu olayın derinliğini bilmese dahi kulaklarına çalınanlar vardı genç kadının. Kaçı doğru kaçı yalandı bilemiyordu fakat kafasında kurduğu tüm olası senaryoların sonuçları hep bir felaketle sonuçlanıyordu. Türkan gelin, az çok bu dağ yolunun hem köyü sakinleştirmenin hem gelecekte başlarına gelebilecek öteki meselelerin önünü engellemekte son çareleri olduğunu hissedebiliyordu. Bu dağdan gerisingeri indiklerinde meydana geleceklerden korkuyordu. 

"Şurada az soluklanalım Türkan gelin." dediğini işitti Mihriban Ana'nın. Hemen silkelenerek yaşlı kadının kolunu tuttu. Tüm ağırlığını karşılamaya çalışarak güçten düşmüş bacaklarını uzatmasına yardım etti. Başlarındaki incecik bir ağacın eğrelti gölgeliğinde dinleniyorlardı.  Türkan, yine senaryolar kurmaya, onların sonuçlarını iyi-kötü hesap etmeye çalışırken Mihriban Ana da bu yeni gelini uzun uzadıya inceliyordu. Besbelli akıllı kadındı Türkan. Ama toydu. Toyun aklı da kendi gibi tecrübesiz olurdu. Mihriban Ana için de gençliğinde böyle denirdi. "Akıllısın lakin hamsın ve bunun ne demek olduğunu ancak pişince anlayacaksın." Senelerini çuvalına koyup ölümün koynuna doğru nazlı bir gelin edasıyla ilerlerken nasıl olur da bu sözü anlayamazdı Mihriban Ana? Genç bir kızken o da her soruna bir uygun yol, herkesi memnun edecek, etmese bile haklının hakkını haksızın köteğini eline verecek bir çare bulacağını düşünürdü. Oysa bu köy ne hak tanırdı, ne haksızlık. Çok yaşamıştı bunu Mihriban Ana. Uyuyan bir canavardı bu köy. Kurban istedikten sonra iter el kadar sabi olsun, ister bir yaşlı adam, ister bir engelli, ister bir deli. Bir fark yoktu. Bunu bildiğinden dolayı olabildiğince canavarı sakinleştirmeye çalışıyordu Mihriban Ana. Bu köy mazlumun değil, zalimin köyü, zalimin toprağıydı. 

"De bakalım Türkan Gelin. Evliliğin nasıl gidiyor? Çocuk var mı yolda?"

Türkan kız düşüncelerinden ikinci bir defa sıyrıldı. Mihriban Ana'nın sorusu yanaklarını al al eyledi. Henüz ne kadar olmuştu da evleneli çocuk olacaktı? Hem bir büyükle böyle konuşmak ayıp değil miydi? Başını eğip toprağa verdi yüzünü. Mihriban Ana'nın yorgun yaşlı sesinden güldüğünü anladı. 

"Utanıp eğme güzel başını kızım. Şurada bir sen bir ben bir de Allah var. Varsa bir halin sıkıntın söyle bana." 

Türkan kız başını eğdiği yerden az uz kaldırdı. Yine yüzünü göremiyordu Mihriban Ana ama sesini işitti:

Meczup Ali (Gay) •Tamamlandı•Where stories live. Discover now