0.6

1.6K 141 64
                                    

Gazetecilik

Moğollar * Dağ ve Çocuk 

Gün, göğün kemerini usulca aşarken hüzünlü bir türkü köy avlusunun topraklı yolunu arşınlayarak haneye doluyordu. Ne bir radyo vardı ortada, ne bir müzik kutusu. Şüphesiz Meczup'un gönlüydü konuşan; senelerdir yitirdiği aklının gölgesinde nefes alabilmeyi ummuş, yüreğinin içine girdiği altın kafesi fark ederek çaresizce ötmeye başlamıştı. Dışarıdan duyan yine anlamak istediğini alıyordu Hasan'dan; bazı kimseler ne denli konuşursa konuşsun işitilmezler. İşte, köylü de işitmiyordu Hasan'ı. Salt duyuyor, hissediyor ve hemen ardından sırtlarını dönüp bilmedikleri dehlizlerden sakin kıyılara varıyorlardı. Bir tek "Ali..." dediğini işitiyorlardı garibin fakat bu öyle alışılagelmiş bir tınıydı ki hep gördükleri önemsiz bir yolu gider gibi ezip geçiyorlardı üzerinden; etrafına dikilmiş yapılar, açılmış dükkanlar, koşturan insanlar ve hatta oynayan çocuklar dahi gözlerine görünmüyordu. Bir tek Gazeteci Mehmet'ti olanları tüm uyarıcılarıyla benliğinde taşıyan. Kutusundan içindeki hediyenin niteliğini anlamaya çalışan heyecanlı bir çocuktu ilkin. Kutudan çıkacak olanın niteliği iş hayatında hiç bilmediği ve uzun süreli tadamayacağı konumlara onu anında getirebilirdi. Şimdilerde ise hediyeyi ona sunan elin titrekliğine, kirine ve sessiz dudaklarının aşağısından akan salyanın biriktiği sakala bakıyordu. Karşısında dikilen bir insan değil de tablo gibi uzun uzun dalıyor; en ufak bir kırışıklığın üzerinde elini usulca gezdirerek "Hangi zamanın acımasız tırnakları deldi geçti yüzünün huzurlu kıvrımlarını?" diyerek derinden bir 'ah...' çekiyordu. Yüreğini dağlıyordu bu manzara; artık bir hikaye için değil, salt karşısındaki tablonun huzuruyla huzur bulacak yaşlı bir adam gibi gözlerini sakince yummak ve tam o an ölmek için öğrenmek istiyordu. 

Gözlerini odanın tahta tavanına açtığında bunları düşünüyordu Delikanlı Mehmet. Birkaç dakika soluğunu tutarak 'Hayvanlaşan İnsan'ları düşündü. Yanında Zola'nın kitabının olmasını arzuladı şu anda. Anlamsız anlamlara boğulan insanlığı çirkin yanıyla gördüğü ve boğazına kadar pisliğe bulanmış gibi mide bulantılarıyla kusa kusa ilerlediği hayatın bu anında birkaç satırla rahatlamayı arzuladı. Fakat kolunu kaldıracak dermanı yoktu. Sıkıntılı bir nefesi ciğerlerine dolduracağı anda göğüs kafesine birden fazla bıçağın ucu girdi, genç adam acıyla dolmasını beklediği gözlerinin çoktan dolmuş olduğunu görünce şaşarak durdu. Gözlerini açtığı andan itibaren zihnini dolduran Hasan, bilmeden yüreğini tuzla doldurup gözlerine acıyı taşımıştı. Su için dudaklarını araladı Gazeteci Mehmet. İlkin gözlerini etrafta dolaştırıp yardım isteyebileceği birini aradı. Tek başına olduğunu hissedince, beyaz kumaş üzerine mavi kuşun işlendiği iğreti bir perdeden içeri sızan günün ilk ışıklarıyla tekrar uyumayı denedi. Tam o sıra odanın kapısı açıldı, henüz göz kapaklarını örtmemiş olan Gazeteci Mehmet kapıda Muhtar Efe'yi gördü. Görür görmez fark ettiği rahatlık, huzur, pişmanlık aynı anda gözlerinden genç adamın zihnine taşındı. Kendisini toparlamasını beklediği Muhtar Efe, ellerini arkasında bağlayarak hafifçe öksürdü. 

"Şükürler olsun Allah'a! Bin şükür ki uyandın oğlum." Adımları kontrol ve otorite sağlamak için tahta zeminin üzerine atılmış kilimi yakar gibi geçip hasta yatağının yanında durduğunda yere çömelerek devam etti. "Çok ağrın var mı? Evvela kahvaltını getireyim, hemen sonra yaralarına bakacağım. Su ister misin evlat?" 

İlgisinden dolayı minnettar olarak şükran dolu bakışlarını Efe'ye yöneltti Mehmet. Dudaklarından tıpkı astım hastalarının nefeslerini vermekte güçlük çektikleri anda çıkardıkları hırıltıya benzer bir onay döküldü. Yaşlı adam hızla kalkıp bir bardağa su doldurdu, genç adamı incitmeden boynundan tutup suyu dudaklarından akıtmasına yardımcı oldu. Derin bir soluk alıp gülümsediğinde genç adam, buzu çözülmüş dilinin hikmetine kavuştu. İlk aklına geleni Efe'ye yöneltiverdi:

Meczup Ali (Gay) •Tamamlandı•Where stories live. Discover now