1.1

1.1K 106 36
                                    

Deli Deli Zırdeli, Kulakları Küpeli

Kara Güneş * Oy Dünya Dünya

Usta bir ressamın bir fırça darbesi için senelerce düşündüğü tablosunun izleri görmekten çok hisseden gözlerin yüreklerinin gizinde usulca geziniyordu. Vakit, Güneş'in en tepede tüm ihtişamıyla yeryüzüne düştüğü vakitlerdi. Biçimce farklı ağaçların nazlı dansları, bir merdiven gibi yükselen dağların üzerinde eğik duruyor, bir daralıp bir genişleyen yatağında akan sular, bu ağaçların köklerine değin ulaşıyordu. Buralarda oturmak ne hoş olurdu, diyordu gövdesini taşımakta güçlük çeken yorgun adımlar.  Yanına varmadıkça küçük, vardıkça başı göğün kafesine değen çeşitçe ağaçlar bir anlığına gölgelik sunuyor, yamacından çıkınca yakıcı Güneş'i tekrar terden sırılsıklam olmuş toy bir ensenin altına alıyordu. Birkaç tüylü geyik uzaklardan bir anlığına sergiledikleri toprak rengi derilerini türlü boyuttaki taşların ardına gizliyorlar, hangi ağaç olduğunu buralarda yaşamayan kimselerin bilemeyeceği gölgeliklerden meraklı sincap başları çıkıp tekrar yuvalarına giriyordu. Tatlı fakat yakıcı bir sıcaklık, gerçekliğini sorgulatacak denli güzel olan manzarayı canlı kılarken bir düşteymişçesine akıp giden bulutlar genç adama toprağın en derinlerine inmeyi ve sonra bastırılmış bir yay gibi gökyüzüne fırlayarak doğanın ruhuna kulak vermeyi arzulatıyordu. 

Küçük tepelerin, dağın yamaçlarına eğik ve biçimsiz konumlanışında bir tür sessiz isyan baş gösteriyordu. Bir dağ olmayı becerememiş yahut dağın yanında kendilerini küçültmüş olan heybetli  kayalar, zamanla içten içe parçalanmış ve kırılmış yanlarını dağın yüzüne doğru sertçe fırlatmış olsa gerekti. Oyulmuş olan yüzlerinin yanlarına doğru onları teselli etmek için uzanan ağaçlar, kayaların her bir yanına süzülerek boz-kahverengi yüzeylerine renk katıyorlardı. Tepelerinden yayılarak dağın zirvesine uzanan ağaçların tekrarlı merdivenleri, genç adama derin bir sükutu bahşediyordu. Gözleri, parçalanmış kayalara değdiğinde, ağızlarını senelerdir aç kalmış bir mahlukat gibi derince açmış olduklarını gördü. Eline makas almış bir çocuğun kağıdın ortalarını kesip delik deşik etmesi kadar biçimsiz oyuklarla donanmış kaya, gizli bir karanlığı taşıyordu içinde. Bu oyukların, küçüklü büyüklü biçimsizlikleriyle dağın geneline yayılmış olduğunu gördü Gazeteci. Yanında çocukluğunun verdiği bitip tükenmez enerjiyle yürüyen çocuğa doğru bir bakış atarak ellerini dizlerine dayadı. Soluğu kesilmişti fakat gördüğü manzaradan dolayı mı yoksa uzun zamandır yürüyor oluşundan mı, bilemedi. Daha henüz sakin ve düz yollarda rahatlıkla yürüyorken dağın yorucu engebesine varmak kuvvetsiz bacaklarının dermanını kesmişti. Gözlerinin önündeki manzarayı doyasıya içine çekmek için bir saniye gözlerini kapattı genç adam. Bir kızıllık göz kapaklarında belirdi, kulaklarına ruhunu okşayan suyun sessizliği doldu. Ağaç dallarında bekleyen kuşlar tüm türkülerini söylediler Delikanlı'ya, hangi türe ait olduklarını bilmediği böcekler ayaklarının altında kuşlara eşlik etti. Alnından süzülen bir ter göz kapaklarını okşarken Delikanlı gözlerini açtı. Temiz havayı ciğerlerine çekerken yorulmaktan dolayı sırtı ağrıyordu, burnu ilk defa bu denli saf oksijeni taşıdığı için üşüyordu. Yine de devam etti genç adam. Ta ki Hasan'ı görene kadar... 

Usta bir ressamın elinden çıktığını düşündüren bu manzaraya, birden sert ve ters bir fırça darbesi atılmış gibi gözlerini derin derin açtı Delikanlı. Çocukken "On Küçük Zenci" kitabını okuduğu zamanı hatırladı. O zamanlar, kapağına göre kitap almaktan hoşnut olurdu genç adam ve aldığı her kitabın kapağını uzun uzadıya incelerdi. On Küçük Zenci kitabını bitirip kapağını kapattığında öyle etkisinde kalmıştı ki, kapak tasarımında sağ alt kenara bırakılmış kan lekesi kafasını karıştırmıştı. Onca zaman incelemesine rağmen fark etmediği bu izin, kendisinden kaynaklı olduğunu dahi düşünmüş ve şaşkınlıkla elini üzerinde gezdirmişti. Şimdi de, tıpkı çocukluğunun puslu anlarından esinlenip gelen bu hissiyata benzer bir kafa karışıklığıyla tabloya bakıyordu. Ressam, senelerce düşünüp yanlış rengi, yanlış manzaranın üzerine kontrolsüz ve geri dönüşü olmayan biçimde boca etmiş gibi hissediyordu. Her yer yeşildi, maviydi, sarıydı. Bir tek Hasan siyahtı. Her yer tertemizdi, bir tek Hasan kirliydi. Kayanın en altındaki mağaradan çıkmış bedeni, iki büklümdü. Sakalları göğsüne değin uzanıyordu, saçları kulaklarının arkasından sakalının başlangıcına varıyordu. Gür kaşları gözlerini örtüyor olmasa, Gazeteci Mehmet gözlerini görmek istediğini anlamayacaktı zira Hasan'ı bir tek gözlerinden anlıyordu genç adam. Havanın yakıcılığına rağmen üzerine taktığı kolsuz ceket, paçalarından dökülen ince ve yırtılmış şalvar, çıplak, kirli ayaklarıyla orada öylece dikiliyor, elinde tuttuğu sopasına sıkı sıkıya tutunuyordu. Gözlerini kırparak tekrar etrafına baktı Delikanlı. Öyle ki doyasıya bakmak için Hasan'a sırtını döndü. Köyün, uzaklardaki görüntüsüne düşünceli düşünceli dalarken dışarıdan sadece birkaç evle sınırlı olan duvarların ne tür vicdansızlıklara ev sahipliği yaptığının farkındalığıyla başını eğdi. "İnsanlar..." dedi içinden. Başka da bir şey diyemedi. Bu kelime, her şeyiyle bir gerçeği, bir bütünü genç adama sunuyordu. Başını kaldırmadan tekrar Hasan'a döndü. Onun gür kaşları altından gizlenmiş gözlerinde kendisini nasıl karşılayacağından emin olmak istiyor fakat o gözlere ulaşamıyordu. Ulaşsa Hasan'ın onu gördüğünde aklına ilkin Ali'nin geldiğini ve duyulur duyulmaz bir sesin yansıdığı hasretle "Ali." dediğini bilirdi. Bir bedevi gibi susamıştı Ali'ye Hasan. Adının hakkını veren bir meczup gibi onun hayaliyle yaşıyor, dinine kendini adamış bir ermiş gibi Ali'ye benliğini, zihnini, bedenini adıyordu. Şems Ali ise, Mevlana Hasan'dı. Hefaistion Ali ise, Alexander Hasan'dı. Ali'yi en son gören bu taşlar Hasan'ın evi, kör yılanlar arasına atılmış yüreği ise Ali'ydi. Delikanlı'yı gördüğünde bunun köye gelen yabancı olduğunu biliyordu Meczup Hasan. Fakat öyle arzu ediyordu ki, gelen Ali olsun. Yahut vardığı Ali olsun. Bu dağlara, Hasan'ın yanına gelen bir tek Ali olurdu. Şimdi bir yabancıyı gördüğünde Ali'yi hatırlıyordu Hasan. 

Gölgesinin boyunu aşıp ayaklarının dibine düştüğü güleç yüzlü, alelacele bir yere yetişiyormuşçasına çevik bir adamın hayali gözlerinde canlanıyordu. İşte, hemen ardına koyunları otluyor, köpeği koyunlarının etrafında dört dönüyordu. Sonra bir gölge giriyordu koyunların arasına, bulduğu her koyuna sarılmak için koşuyor, şen kahkahalarını ortalığa saçarak "Mee!" diyordu. Ürkerek oradan oraya koşan koyunları taklit ederek peşlerinden meeliyor, onların kuyruklarını yakalamaya çalışıyordu. Üzerine gelen köpeğe doğru çömelip onun gibi havlıyor ve çıkardığı gürültüyle Çoban Hasan'ı yorgunluğunu dindirmek için uzandığı dağın sert kiliminden kaldırıyordu. Elindeki değnekle koşarak gidiyordu Hasan. Henüz terlemiş bıyıklarını elinin tersiyle silerek sert sert dikiliyordu yabancının karşısına. 

"Sen kimsin ulan?!" diyordu çömelip havlayan yabancıya. Köpeğinin arkasına geçmesiyle yabancı da kalkıyordu. Şöyle bir bakıyordu Hasan hayalindeki hatıraya. Kendinden birkaç parmak kısa bir adam, gözlerini belerterek tüm çürük dişlerini gösteriyordu kendisine. Ellerini havaya kaldırarak "Deli deli zırdeli, kulakları küpeli!" diyordu. Sonra hiç susmuyordu "Deli Deli zırdeli, kulakları küpeli! Deli deli zırdeli, kulakları küpeli" Yere eğilip küçük bir taşı alıyordu hemen sonra. Çoban Hasan, kendisine taş gelecek diye sopasına asılıyor, köpek eğilip kulaklarını geriye yatırarak dişlerini gösteriyordu. Fakat taş ne kendisine ne hayvanlarına değil, yabancının kafasına değiyordu. Şaşarak bir adım geriliyordu Hasan, yabancının kendisini taşlayıp "Deli deli zırdeli, kulakları küpeli!" çığlıklarına kaşlarını çatarak bakıyor, köye geleli birkaç gün olmasına rağmen daha evvel hiç görmediği bu yabancıya nasıl tepki vereceğini bilemiyordu. Taşın değdiği yerden ince bir kanın süzülerek indiğini görünce elindeki değneği indiriyor, köpeğini okşayarak sakinleştiriyor sonra elini yabancının zayıflıktan kurumuş kolunun derisine kitleyerek onu mağaraya çekiyordu. 

"Gel." diyordu yüreğinden taşan merhametle. Dudaklarından "Adın ne?" diye bir soru dökülüyordu. Karşılığında, tasasız, kayıtsız bir çift gözün kendisine parladığını, hemen sonrasında tüm dişlerini sergileyerek "Deli deli zırdeli..." dediğini işitiyordu. 

"Tamam anladık." diyordu Çoban Hasan. "Deli deli zırdeli, kulakları küpelisin sen." Bir gülümsemeyi yüzüne konduruyordu. Yabancı ilkin şaşırarak ona bakıyor, sonra elleriyle alkış yaparak "Deli deli zırdeli" diyordu. Dayanamıyordu Hasan. Henüz mektepten çıkmış, köyün yoğun çalışmasına alışamamış çocuk ruhu yabancıya ayak uyduruyor ve o da alkış tutturarak devamını getiriyordu. "Kulakları küpeli." Ellerinin altından fırlıyordu yabancı, etrafında sekerek aynı şarkıyı söylüyor, geldiği gibi alelacele dağın eteklerinden iniyordu. Çoban Hasan, birkaç dakika boş kalmış avuç içine bakıyor, kafasında duran eğilmiş şapkasını düzelterek dudaklarından "Hey Rabbim!" sözünü fırlatıp kibarca gülüyordu. 

Bu hatıra içinde, sivri dişli bir mengeneye sıkıştırılmış gibi yüreği ezilen Meczup Hasan, ardını dönerek mağarasına girdi. Dolan gözleri yüksek sesli bir acının buruk ve tuzlu yaşlarını yüzünün kirinde yıkarken bir taşın üzerine içi boş bir çuval gibi biçimsiz bedenini gelişigüzel bıraktı. Taşın sert yüzeyi sırtını ağrıttı fakat yüreği, bu acıyı görmesine engel oldu. Dudaklarına akan bir damla yaşa doğru dudaklarını açarak "Ali..." dedi. Yüreği dile geldi de konuştu sanki. Hasan sustu, kuşlar sustu, su akmayı durdurdu, kayalar rüzgarın uğultusunu yuttu, Gazeteci, ardını dönmüş bedenin kaybolan sisli yüzüne karşın soluğunu susturdu. Bir tek Hasan'ın yüreği kaldı. Ezelden beri bir o vardı ya ortada, olmaz olsaydı dedi Hasan. Olmaz olsaydı da, Ali olsaydı. "Ali..." dedi. 

"Ali'm!"

Meczup Ali (Gay) •Tamamlandı•Where stories live. Discover now