0.1

2.5K 180 49
                                    

Sevda Dediğin

Türeyiş * Kanar Ağlarım

Köyün muhtarı tarafından tahsis edilmiş bir odada kalıyordu delikanlı. Oda dediğimiz zaman öyle büyük bir şey de beklenmemeli! Uzanınca ayaklarının dışarıda kaldığı sert bir sedir, bir de ayaklarının zor tuttuğu, bu nedenle kullanınca çok zorlamaması gerektiği söylenen eski bir masa. Gazeteci Mehmet odaya ilk girdiğinde "Dostoyevski Türk olsaydı, burada kalırdı." demişti. Tek bir değişiklik gerekiyordu; odanın küçük penceresinin insana yaşamayı umut eden renk cümbüşünü değil de buhranlı, umutsuz Petersburg günlerini anımsatan çamurlu ve kapalı bir havayı göstermesi lazımdı.

Daha önce hiç sedirde yatmamış delikanlı için gece bir türlü uykusu gelmemişti. Kâh sağa dönmüş, kâh sola dönmüş, baktı olacağı yok, ayaklanıp pencereden dışarı bakmaya başlamıştı. Önünde uzanan dağlara şöyle bir göz atınca da aklına Hasan gelmişti. Hiçbir anlatı değeri taşımayacak bile olsa hikayesi, hiç yoktan manzaraya ters düşen görünüşünü edebiyatla harmanlayarak götürebilirdi. Eli boş gitmesinden iyiydi. "Sahi," diye düşündü delikanlı. "Şöyle iyice incelendiğinde güzel bir adam şu Hasan. Bir aklanıp paklansa, temiz iki üç kıyafet taksa üstüne..." Sabah onu gördüğü anki görünüşünü tekrar oynattı zihninde. Kalemle çizilmişçesine düzgün dudaklarının üzerinde sakalıyla bıyığı savaşa girmiş gibi dursa da delikanlının odaklandığı tek şey, Ali'nin kim oluşuydu. Babası mıydı, ağabeyi mi, arkadaşı mı? Belki de çocuğuydu? Eh, neredeydi bu insanlar şimdi? "Ali nerede?" diyerek insanlara sataştığına göre, buralarda değildi. Belki de Küçük Ahmet'in hikaye diye bahsettiği buydu, Ali ve Hasan'dı. Fakat düşününce bundan ne çıkabilirdi? Biraz daha zaman bulsa Küçük Ahmet'le uzun uzadıya konuşacaktı konuyu ama çocuk zaten tarlaya giderken delikanlıyı görüp dönmüştü. Daha gecikmeden yola çıkması lazımdı, ayranı bile ılımıştı Ahmet'in.

Sabahın ilk ışınları dikilip durduğu penceresinden içeriye sızdığında delikanlının gözleri hala dağlarda, aklıysa Hasan'daydı. Mesleğe yeni atılmış olmasının heyecanıyla ve kalem tutmaya karşın içinde dizginleyemediği arzusunun yanında İstanbul'a dönünce "Bizim çaylağa bak! Büyük haberle dönmüş!" diyerek kendisine hayran bırakmak istiyordu etrafındakileri. "Daha ilk haberi böyleyse..." dedirtip saygı uyandırmayı, özellikle muşmula suratlı, renkli gözlüklü patronu Halil Bey'in ağzını açıp da kötü söz söyleyemeyecek kadar durulmasını arzuluyordu. Şu an elinde olan tek şey Hasan'dı. Bir süre kovalardı bunu, önce eline defteriyle kalemi geçsindi de...Delikanlı böyle düşünürken köy de uyanıyordu. Saat olsa olsa 7'ydi. İnsanlar erkenden yatıyor, erkenden uyanıyordu burada. Onları oyalayacak pek bir şey yoktu, köyün havası tertemizdi, insanlar tarladan gelince uyuyuveriyordu. Kapılar açılıp evler havalandırılmaya başlanıyor, tavuklar yemleniyor, evlerin önü süpürülüyor, erkekler ayaklarına pabuçlarını giyip sırtlarına attıkları aletlerle toplanıp tarlaya adımlıyordu. Delikanlı, dışarının kalabalığı iyiden iyiye artınca dışarı çıktı, muhtarla kapının önünde karşılaştı. 

"Günaydın bey oğlum, gel gel..." dedi gözleri ışıl ışıl muhtar. Uzun zamandan sonra evlerinde misafir ağırlamaktan dolayı mutluydu; hem kendisine ahbaplık edeceği, hem de bir sokum yemeğini yerken masasında ekmeğini bölüşeceği birisini bulmuştu. Karısı öldüğünden bu yana tam 8 sene geçmişti, şu dünyada başka da kimsesi yoktu muhtarın. 

"Günaydın efendim." dedi Gazeteci Mehmet muhtara doğru adımlarken. Tahtadan gelişigüzel yapılmış bir çardakta oturuyorlardı; muhtar sigarası genç adamın suratına tütmesin diye kolunu çardaktan dışarı sarkıtmıştı. 

"Nasıl, uyuyabildin mi rahat rahat?" dedi gülümseyerek. Delikanlı doğruyu mu söylese yoksa kibarlık etmek için gerçeği değiştirse mi, emin olamadı. Sonra konuyu Hasan'a getirebilmek için en iyisinin doğruyu söylemek olacağını düşündü. 

"Uyuyamadım pek efendim. Sabaha değin düşündüm durdum. Buradan ne gibi bir hikayeyle dönebilirim diyerek kafamı patlattım." 

Muhtar Efe, delikanlıyı dikkatle dinleyip başını salladı. Akşama iyice rahat yatması için döşekten yumuşak bir şeyler çıkarmayı aklına koyarak konuşmaya başladı. 

"Buradan pek çok hikaye çıkar evladım. Bakmayı bilenler için açan çiçek bile bir hikayedir, tabii üzerinde iyice düşünmek gerekir." 

Delikanlı açan çiçekten çıkarılacak hikayenin ancak dallanıp budaklanırsa ve başka başka noktalara değinirse bir hikaye olabileceğini düşünse de muhtarın iyi yürekli ahbaplığına bir şey demedi. Hatta konuyu Hasan'a getirebileceğini düşündüğü için dedikleri üzerine düşünmedi bile. 

"Doğrudur efendim. Fakat esasında bir hikaye bulduğumu düşünüyordum. Dün geldiğimde burada birisini gördüm. İsmi Hasan'mış. İşittiğime göre hikayesi de varmış fakat kimse bahsetmiyormuş bundan. İlgimi çektiğini itiraf etmem gerek." 

Muhtar, bir dizini kendisine çekip sigarayı tuttuğu kolunu diz kapağına yaslayarak uzaklara dikti başını. Etraflarını saran dağlara karşın derin bir iç çekti, gözlerinin önünde uçan neşeli kuşlar dahi derdine merhem olamadı. Daha dün gelmiş bir yabancının senelerdir unutmaya çalıştığı bu vicdan yarasını birkaç cümleyle deşmiş olmasına içerledi; daha biraz önce aşını paylaşabileceği bir dost olarak görürken onu, kelimeleri acımadan, sanki ateşten birer ok gibi yüreğine saplayan düşmana dönüvermişti. Gazeteci Mehmet ise Muhtar Efe'nin bu sessiz halinin ne kadar uzayacağını bilmeden beklemeye devam ediyordu, fakat zaman geçtikçe ve Muhtar böyle birden uzaklara dalıp gidince merakı dayanılmaz oldu. Neydi bu Hasan'ın hikayesi? Neden insanlar konuşmuyordu; gözleri ışıl ışıl parlayan, karanlık ağzındaki tek tük dişleri sergileyerek alabildiğine gülen bu babacan adamı bile böyle suskunlaştıran neydi? 

"Efendim?" dedi delikanlı daha fazla dayanamayarak. Biraz da üstelemek istiyordu, öte türlü konuşacağı yoktu Muhtar'ın. Kendine bir an gelen Muhtar ise o sürede bir süre sonra hiç görmeyeceği bu yabancıya vicdanını rahatlatıp rahatlatamayacağının hesabını yapıyordu. Baktı, olacağı yok, çok düşünmeden konuşmaya karar kıldı. 

"Evladım" dedi uzaklardan bakışını çekip delikanlıya dikerken. "Ne sen sor, ne ben anlatayım. Bu bir insanlık yarasıdır, vicdan yarasıdır. Allah biliyor ya..." dedi ellerini göğe dikip dua eder gibi, "Hepimiz cahildik o zamanlar.  Ne böyle bir şey görmüştük, ne de böyle bir şey duymuştuk. Aramızda iki üç kelime Kur-an bilen birkaç çocuk ortaya çıkıp 'Günah' deyince engel olmak istedik. Biri deliydi, diğeri çoban; ikisi de cahil çocuk dedik. Önlerine dikildik ama işler hiç düşündüğümüz gibi gitmedi. Allah günahımızı affetsin, öteki dünyada çekeceğimiz büyük. Aha görüyorsun ya, ben şimdi bile çekiyorum azabımı. Şu vicdanım var ya..." diyerek eliyle göğsünü dövdü Muhtar Efe. "İşte şu vicdanım susmuyor!" 

Delikanlı ağzını açıp "Ama efendim, o zamana kadar neyi görüp duymamıştınız da, ne oldu da..." diyecek oldu. Muhtar Efe ayaklanıp kalktı, sigarasını ayağının altında ezip ilerlerken cevap vermeyecekti. Sonra dönüp delikanlının meraklı gözlerinin içine baktı. 

"Sevda dediğin," dedi Muhtar. Yüreği parçalanırken aklına rahmetli eşi geliyordu, vicdanı ise nefesini kesiyordu. "akıl dinlemiyor evladım." 

Gazeteci Mehmet anında kaşlarını çattı. Kafasında olasılıklar birbirini kovalarken "Sevda mı?" diyordu. Acaba Hasan, Ali diyerek dolaştığı kişinin bacısına mı tutulmuştu, yoksa Ali mi Hasan'ın bacısına tutulmuştu? Ya da ikisinin de aynı anda aşık olduğu bir başka hatun vardı da, iki ahbap birbirine mi düşmüştü böyle? Belki de ahbap bile değillerdi, birbirlerini tanımıyorlar ama bir şekilde yolları kesişip sevda işinden dolayı birbirlerini itiyorlardı. Hasan deliydi, gözleriyle görmüştü. O halde çoban olan Ali'ydi. Çobana musallat mı olmuştu Deli Hasan? İşin içine sevda nasıl girebilirdi ki? 

Delikanlı Mehmet olasılıkları düşünürken birden afallayarak kaldı. "Yoksa..." dedi kendi kendine. "Sevda esas Ali ve Hasan arasında mıydı?" 


Meczup Ali (Gay) •Tamamlandı•Where stories live. Discover now