28• Jezebel

87 24 84
                                    

İngiltere'nin hafif sıcaklığı ve tatlı güneş ışıkları ile kaplanmış yeşil alanda attığımız adımların sesleri, bizim gibi kendini Newquay'ın naif güzelliğine bırakmış kişilerin sohbetlerine karışırken huzurla aldığım nefesin sonunda Lenora'ya döndüm. Güneş ışınlarının hafifçe kısmasına neden olduğu mavi bakışları etrafı tatlı bir merakla tararken dudaklarında sıcak bir tebessüm vardı. Ona doğru eğilip yanağına bir öpücük kondurduğumda kıkırdayarak bakışlarını bana çevirdi. Birbirine kenetli ellerimizi kendine çekip elime tatlı bir öpücük kondurmasını izlerken tebessüm ettim.

"Çok değişmiş mi?" diye sordum, önceden ailesiyle gelmekten keyif aldığı bu kasaba için. İngiltere'nin kuzey kıyısında yer alan bu kasaba gerçekten de huzur doluydu, mavi ve yeşilin farklı tonları birbirlerine karışmış gibiydi. Vakit geçirmek için yapılabilecek en güzel şey ise doğanın bu güzel atmosferinde attığın adımlar ile iz bırakmaktan başka bir şey değildi, tıpkı şu an yaptığımız gibi. Lenora dudaklarını büzüp düşünür gibi yaparken onu izledim. Bu sefer dudaklarında, klasikleşen inci pembesi ton yoktu. Üzerindeki kırmızı elbiseye uyumlu olması için sürdüğü sıcak tonlardaki kırmızı ruju yüzüne farklı bir ton katmıştı.

"Aslında, pek sayılmaz. Ama önceden daha kalabalıktı bu yollar. Hangi gün olduğu önemsizdi. İnsanlar bir şekilde, günün yorgunluğunu atmak için, mutlaka doldururdu bu yürüyüş yollarını." dediğinde gülümseyerek başımı salladım. Etrafımız çok da kalabalık değildi. Yine de siyah güneş gözlüğüm ve üzerimdeki beyaz şort ve beyaz gömlek ikilisini bozmamak için seçtiğim beyaz şapkam olmadan çıkmak istememiştim bu yürüyüşe. Lenora da bana eşlik etmek için beyaz şapkasını takmış, bal köpüğü saçlarının açıkta kalan kısımlarının ise sırtına dökülmesine izin vermişti.

Windermere'de geçirdiğimiz geceden sonra sabah yola çıkmış, yaklaşık yedi saat süren bir yolculuktan sonra Newquay'a gelmiştik. Geldiğimiz saatlerde hava çoktan kararmış olduğu ve oldukça yorgun olduğumuz için karavandan çıkmamış, Lenora'nın kendisi için hazırladığı tavuk kanatlarından ve benim kendim için hazırladığım somon balıklı salatadan oluşan tabaklarımızla karavanın ön tarafında, sürüş bölgesinde, oturmuş ve sohbet ederek yemeğimizi yemiştik. Newquay'ın aydınlatmalarının hafifçe aydınlattığı kasabayı izlerken yaptığımız sohbetler, tabaklarımızın bitmesi ve uykulu gözlerle birbirimize bakmamız sonucunda yatağa geçmemizle son bulmuştu. Yürüyüş yapmaya geldiğimiz bu sabah ise, benden önce uyanan Lenora'nın kahvaltı hazırladıktan sonra yanıma gelmesi ve yüzüme kondurduğu öpücüklerle beni uyandırması ile başlamıştı.

"İleride bir kafe var." dedim, yürüyüş yolunun diğer yerlere göre daha sessiz olan bir kısmına giriş yaptığımızda. Lenora, belini tam anlamıyla saran ve aşağı doğru hafifçe salaş bir hâl alan kırmızı elbisesinin omuz askısını düzeltirken bana baktı. "Sütlü çay ve scone?" diye sorduğumda yüzünde hevesli bir gülümseme belirdi. "Evet." dedi hafifçe bağırır gibi. Kıkırdayıp başımı sallarken birbirine kenetli ellerimizi ileri geri sallayarak yürümeye başladı. Bu tavırlarını dudaklarımdaki gülüşü silemeden izlerken ona ayak uydurdum.

Yürüyüş yolunun bitiminde pek de yoğun olmayan bir caddeye ulaştığımızda Lenora şapkasını çıkarıp omzundaki ince askılı çantaya koyduğu mandal tokayı çıkardı. Saçlarını toplayıp gri tonlarındaki tokayla tutturduktan sonra şapkayı da koyduğu çantasını kapatıp yeniden ellerimizi birleştirdi. Hafifçe kızarmış yanaklarına ve az da olsa yorulduğunu belli eden yüzüne bakarken gülümsedim. "Yoruldun mu?" diye sorduğumda sevimli bir gülüş sundu. "Pek değil ama sütlü çay ve scone beni hiç olmadığım kadar dinç yapacak. Güven bana." dediğinde güldüm. "Sütlü çay genelde uyku getirir ama sen bilirsin." dediğimde gülüşüme eşlik etmiş ve omuz silkmişti.

Daylight || H.S.Where stories live. Discover now