32. Bölüm

437 71 50
                                    

speculum rosa

Tanrı öncelikle kutsal sayfalardaki sözlerde, boş kiliselere ev sahipliği yapan korku dolu sessizlikte ve minberlerin üzerine konumlandırılmış kanayan bedenlerde var olmuştu. Ona varmak isteyen insanın saf bir aklı ve bedeni ve şüphesiz, önünde hiçbir engel olmayan bir inancı olmalıydı. Bir süre boyunca, Jeongguk için, inanç henüz kesin değildi.

Tanrı’ya olan bağlılığının etrafında, daha Tanrı’nın onun için ne anlam ifade ettiğini bile bilmeden döndüğü doğruydu. Uzun bir süre boyunca O’nu tanımamış ya da O’nu anlamamıştı. On yaşına geldiğinde ve o yıl (inanan birinin dua etmemesi gereken tek şey olan) sabır için dua etmeye başladığında anlamaya başladığını sanmıştı ama şimdi o kadar da emin değildi. Gerçek İnanç’ın ne olduğunu yalnızca birkaç gün önce, gecenin yarısı tam uykuya dalmak üzereyken Seokjin kollarında yüzünü ona döndüğünde öğrenmişti. Büyük kaşık olmak kolaydı ve buna bir şekilde alışmıştı. ‘Bir şekilde’, çünkü Seokjin’in kollarında olması, itiraf etmek gerekirse, alışması zor bir lükstü. Bedeninin sıcaklığını hissetmek, arkasından Seokjin’in beline sardığı kollarının aldığı her nefesle yükselip alçalması. Bu gibi şeyler, Seokjin uykuya daldıktan çok sonra yaptığı gözlemler, alışılması imkansız olan şeylerdi.

Mesela Seokjin’in nefes alması, karnının yükselmesi ve nasıl bazen, korkunç bir an için nefes alıp verişlerinin durması. Genelde Seokjin’in uykuya daldıktan sonrasına denk gelen Jeongguk’un uyanık bir şekilde yatakta uzandığı dakikalarda insanın kanını donduran bu an onu korkutma konusunda hep başarılı olmuştu. Büyük Sonları, Yıkımları ve Ölümü düşünerek büyümüştü, bu düşünceler hayatının o kadar büyük bir alanını kapsıyordu ki şimdi bile, ölüm fikri sık sık aklına girip duruyordu. Küçücük bir saniye için bile olsa Seokjin’in nefes almaması aklını en korkunç ölüm senaryolarıyla dolduruyordu. O saniyede hayatı kasvetli ve iğrenç hissettiriyor, göğsü aynı anda hem uyuşmuş gibi hem de ortadan ikiye ayrılıyormuş gibi hissettiriyordu. Sonra Seokjin keskin bir iç çekip nefes almaya devam ediyor ve Jeongguk her seferinde, sekmeden, şöyle düşünüyordu: ‘Ona aşık olabilirim.’

Bazen, uyku Seokjin’den kaçıyordu. Seokjin kendini ne kadar yorgun hissetse de uyku bir balık halini alırken Seokjin o kıvrak ve kaygan şeyi yakalamaya çalışıp başarısız olan bir balıkçıya dönüşüyordu. O yüzden, yüzünü Jeongguk’a döndüğünde Jeongguk bunun o uykusuz gecelerden biri olduğunu düşündü. Seokjin biraz hareketlenecek, sonra tekrar arkasını dönüp uyumaya çalışacaktı. Belki de pes edip kalkacak ve mutfakta kendine lavanta çayı demleyip uykusuzluğun onu ele geçirmesini bekleyecekti. Ancak yüzünde yorgun bir gülümseme vardı ve göz kapakları yarı kapalıydı sanki tam uykuya dalacakken aklına bekleyemeyecek kadar acil bir şey gelmiş gibi. Parmakları bedenlerinin arasından kaydı ve önce Jeongguk’un kaşlarında, oradan elmacık kemiklerinde gezdirdi ve ağzının köşesinde durdu. Parmaklarının izlediği yolu gözleri de takip etmişti karanlıkta.

“Hey,” diye fısıldadı.

“Hey,” Jeongguk tekrar etti. Seokjin’in belindeki eli dairesel bir şekilde hareket ederken gülümsedi.

“... Bununla ilgili nasıl hissediyorsun?”

“Bu?” Jeongguk mümkün olduğunca başını eğip Seokjin’in yüzünü kavrayan elini işaret edip bakışlarını tekrar yukarı kaldırdı.

Seokjin başını iki yana salladı. “Hayır… Bizimle ilgili, yaptığımız şeyle.”

Altı gerçekten dolu bir soruydu ve içten içe Seokjin de bunun gayet farkında olmalıydı. Jeongguk gevezelik edebilirdi. Bu konuda gayet iyiydi sonuçta. İşten çıkıp eve, Seokjin’e gelmekten, buraya ‘ev’ diyebilmekten, Seokjin’e ‘ev’ diyebilmekten ne kadar mutlu olduğunu, sadece Seokjin’in elini tutarken ya da onunla akşam yemeği yerken nasıl sersemlediğini, artık geceleri gökyüzüne baktığında nasıl yıldızların yerinde elmaslar gördüğünü anlatabilirdi.

Cherub Vice | JINKOOK (Çeviri)Where stories live. Discover now