twenty six; unspoken things

564 67 78
                                    

bi sure bolum yazamicam dedikten uc gun sonra ben 💅✍️ neyse bundan sonra bi sure yazmam belki bilmiyorum 🤸 hata yok gibi geldi ama varsa da canim sag olsun konustuk.bunu sizi seviom optum yavruslar hadi bakimmmm 💓💗💗💓💓💓😭💗💝💗💓

Bazı konular hiç konuşulmazdı. Öyle olması gerektiğinden mi, bizim sustuğumuzdan mı bilmem. Ama bazı şeyler konuşulmazdı. Jongdae'nin anne babasının hayatını nasıl mahvettiğini hiç konuşmazdık mesela. Baekhyun'un anne ve babasının onu ve Sooyoung'u arkasında bırakıp kurdukları hayatlar da konuşulmayacak şeyler listesindeydi. Chae ve Chanyeol'ün arasındaki soğukluk, İseul'ün Jongdae'ye kelimenin tam anlamıyla kaçmadan önce evde geçen konuşma ve son olarak da Sehun'un benden önceki hayatı da bu listeye dahildi. Sanırım bunların hepsi bizi deli gibi korkutan konulardı. Konuşmaktansa maziye gömmeye karar vermiştik hepimiz. Ancak sessiz kaldığımız her şey daha büyük problemler olarak yeniden çıkıyordu karşımıza, bunu hiç hesaba katmamıştık. Hepsi daha sonra, daha acı şekilde gün yüzüne çıkmıştı ve ilk deneyimleyen de şansa bakın ki ben olmuştum.

Üniversiteye dönmemin üstünden henüz üç gün geçmişti. Sıcak ekim havası ders işlemeyi zorlaştıracak seviyedeydi, neyse ki henüz derslere tam başlamış değildim. Öğrencilere kitapları temin etmeleri için iki haft vermiştim. Yine de kendimi tanıtıyor, derslerde istediğim tutumdan hepsine tek tek bahsediyordum. İlk günden hariç bir öğrenci daha aynı tutumla yaklaşmış ve otuz saniye içinde benim tarafımdan kapı dışarı edilmişti. Yaşıtım kimse olmadığından akademisyen tayfadan kimseyle yakınlaşamamıştım ama ihtiyacım da yoktu zaten. Jongdae, Kyungsoo ve Minseok her fırsatta soluğu odamda alıyor, yalnız kalmama fırsat tanımıyorlardı. Perşembe gününü de başarıyla tamamlamış, doğrudan Hei'ye gitmek için yola koyulmuştum. Enerji depolamam gerekiyordu, günde en az beş kez kusarken çalışmak çok ama çok zordu ve beni de en hızlı toplayacak kişi elbette Hei idi. Alacakaranlık hava, gökyüzü pespembeydi. Yanımda minik enerji depoma aldığım hediye ile, dudaklarımda neşeli bir ıslık ile hastanenin otoparkına girdim. Hastanenin de Sehun'a ait olduğu gerçeğini görmemeyi tercih ediyordum, sonuç olarak Hei ölüme terk edilmek yerine onu kendi hastanesinde hiçbir karşılık beklemeden koruduğu için ölene kadar minnettar olacaktım. Arabayı kendim park edecekken vip girişin valesi gelip kibarca camımı tıklattı. Anlaşılan hala Sehun'un nişanlısı sanıldığım için onun çalışanları etrafımdayken prens muamelesi görmeye devam edecektim. Başımı iki yana sallayıp kendi arabamı kendim park ettim, bu kadarına da gerek yoktu.

"Efendim, ben park etmeliydim." elimde hediye paketiyle indiğimde hazır olda bekliyordu. "Teşekkürler, kendi arabamı kendim park edebilirim." arabanın anahtarını ister gibi elini uzattı bu kez de. "Park ettiğim yeri bulup onu ordan kendim de alabilirim." anlayışla gülümseyip tıpkı Sehun'un yanımda olduğu zamanlar gibi önümde eğildi. Sadece başımı sallayıp Sehun'un burada olmamasını dileyerek hastaneye girdim. Akşam saatleri olduğu için normalde ziyaretçiye izin verilmiyordu ancak patronlarının nişanlısı olarak sanırım normal koşulların dışında olduğumdan asansöre ilerleyen yolda kimse beni durdurmadı. Sehun Hei'yi vip bölümündeki odalardan birine aldırmıştı, onun rahat etmesi için aylardır elinden gelen her şeyi yapmış ve çabaları olumlu sonuç vermeye başlamıştı. Sehun'un muhtemelen binlerce dolar döktüğü, Amerika'dan gelen ilaçlar kalbini git gide daha da iyi yapmıştı. Tedavisi haricinde burada rahat etmesi için de birçok imkan sağlamıştı ona. Benim onun kadar abartılı hediyeler alabilecek bir durumum yoktu. Sonuç olarak onun yatları, katları, otelleri, tatil tesisleri, holdingleri, birçok şirkette ortaklıkları, hisseleri ve evet son olarak da sayısını bilmediğim kadar kumarhaneleri vardı. Ben ise onun yanında basit bir akademisyendim, benim bir ayda kazandığım parayı muhtemelen kahvaltı yaptığı sürede kazanıyordu.

fly me to the moon | sekaiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin