Ana Dilim Aşk 2 ❤ 20

6.5K 464 38
                                    


EFLAL
Hayatımızın akışının etkilediği en önemli şey, hislerimizdi. Sabah kızdığımız olaya, akşam üzülebiliyorduk. Düşünmekten kafayı yediğimiz anları gereksiz ve saçma bulabiliyorduk. Hiçbir şeyin ölümden önemli olmadığını maalesef ki yaşamadan anlayamıyorduk.
Anladığımızdaysa iş işten çoktan geçmiş oluyordu.
Ama henüz Hayal için geç değildi ve biz onu yetiştirmek için elimizden geleni yapıyorduk. Hazırda bekleyen arabaya bindiğimiz gibi, Efsa'nın attığı konumdaki hastaneye doğru hızla yola koyulduk. Dikiz aynasından sürekli bakışlarını yakaladığım Mert'in nedense söylemek istediği bir şeyler olduğunu seziyordum. Beni eve bırakırken içindeki yoğun duyguları temaslarıyla hissettiren adam gitmiş, yerine zihninin içi soru işaretinden oluşan, karanlık biri gelmişti. Konuşulması gereken her şeyi konuşmamış mıydık? Ya da yan yana olmadığımız anlarda konuşmamız gereken ne yaşamıştık?
"Soldan!"
Mert sapağı son anda yakaladı. Savrularak sola döndük. Tekrar yolumuzu bulduğumuzdaysa Eren'in sert bakışları en yakın arkadaşının üzerine toplandı. Neredeyse tükürüklerini saçarak konuşacak kadar kızgın gözüküyordu.
"Hastaneye gidiyoruz diye ölümün ucundan dönmemize gerek yok."
"Bir an için yolu karıştırdım."
"Şu vızıldayan kadını niçin buraya koyduk?"
"Haklısın."
"Haklı olmam az önceki yaşadığımızı-"
"Eren!"
Mert uyarıcı bir tonda sözünü kesti ve bakışlarıyla da bunu destekledi. "Birine çatmak istediğinin farkındayım ama o kişi ben değilim kardeşim. Aynı duyguları paylaşıyoruz. Ha stresimizi birbirimizden çıkarmamızı istiyorsan, şu arabadan inene kadar bekle tamam." Mert önüne döndü. Direksiyonu o kadar sıkıyordu ki eklem yerleri bembeyaz kesilmişti. Eren bir süre pozisyonunu bozmadı. Daha sonra da sitemkar bir edayla kollarını göğsünün üzerine birleştirdi ve arabanın dışındaki hayatı izlemeye başladı. Arabanın içini meraklandırıcı bir gerginlik kapladı. Gerçekten birkaç saat içinde ne olmuştu da, iki kardeş birbirine çatacak noktaya gelmişti?
"Siz inin. Ben arabayı park edip geliyorum."
Mert'in yavaşlamasıyla arabanın içinin gittikçe aydınlandığını hissettim. Dışarı baktığımdaysa ilk anda gözlerimin kamaşmasına engel olamadım. Hava kararmış olmasına rağmen bu hastane, çevresindeki belli bir alanı aydınlatmaya yetecek kadar ışık saçıyordu. Gözlerim deler geçer ışıklara alıştıktan sonra zenginlere ait olduğu fazlasıyla belli olan, gösterişli yapısıyla bir hastaneyi değil de oteli andıran binayı inceledim. Gerçekten bu insanlar ölürken bile şıklığından vazgeçmiyorlar mıydı? Altın varak süslemeleri miydi o? Peki şu ağaçlar, sadece yurt dışında bulunan cinsler arasına girmiyor muydu?Kim bilir bir ameliyat ne kadardı? Ya da bir gece yatış bizim gibilerin kaç haftalık maaşına denk geliyordu?
"Zenginin malı züğürdün çenesini yorar Eflalciğim. Hadi!"
Doğu'nun uyarısı,içsel filtremin arsız konuşmalarına dahil olduğunu gösteriyordu. Neden bir şeyler düşünürken çenemi sessize alma modum yoktu ki?! Mert'e baktım. Dikiz aynasından beni kesen çocuğun kaşlarının çatıldığını görmek hoşuma gitmedi. Sanırım yine zenginlerin hayatlarına olan ilgim onu rahatsız etmişti.
"Seninle gelmemi ister misin?"
Gözlerini benden kaçırarak "Hayal'in yanında ol," dedi. Bir sorun olduğunu buram buram belli eden ses tonu, şansımı daha fazla zorlamamam gerektiğini hissettiriyordu. Cevap vermeden arabadan indim. Hastaneye girmek üzere olan grubun peşinden ilerledim.
Hastaneye girer girmez, beni karşılayan seremoni alışıla gelmişliğin dışındaydı. Ağlayan, inleyen, yakınan uğultulardan uzak, kulağa inceden dolan klasik müzik ve kokusu lavantamsı bir aromaya sahip binanın ilk bakışta hastane olduğuna inanmak güçtü. Sanırım şıklığa bir de konfor eklesem iyi olacaktı.
Doğu'nun el kol hareketleri gözüme çarptığında içerideki nezihliğe hayran olmayı bir kenara bıraktım ve arkadaşımın gözden kaybolduğu koridora doğru ilerledim.
"Eflal."
Aniden kulağımın dibinden gelen adımla irkildim. Öylesine yakındı ki nefes alış verişini bile işitiyordum.Tanıdık ama burada olmasına anlam veremediğim sese doğru dönerken "Hocam," dedim.
"Korkuttum mu?"
Gözleri kalbimin üzerinde duran elime saniyelik bir hareketle kaydı. Refleksimi o bu bakışı atana kadar fark etmedim. "Burada ne arıyorsunuz?" diye sorarken kolumdaki çantayı düzeltmek bahanesiyle elimi çektim. Ebru Hoca 'Bende aynı soruyu sana soracaktım' der gibi bakıp "Rutin kontrol bahanesiyle babamı ziyarete geldim," dedi. O an zihnimin yakın geçmişindeki anı arsızca gün yüzüne çıktı. Serkan Hoca'yla sabahki konuşmalarını, düzenli kontrole gidip ilaç kullanacak kadar rahatsız olduğunu hatırladım ve bu konuyla ilgili konuşmak istemediğini de... Bu nedenle ilgimi başka bir yöne doğru çektim.
"Babanız doktor mu?"
Hayat kurtaran bir babaya sahip olmak gurur verici olmalıydı. Hoş, hayat kurtarmasına da gerek yoktu. Bir baban olduğunu bilmek gurur vermeliydi. Ebru Hoca gülümsedi. Fakat bu gülümseme gözlerine kadar ulaşmadı.
"Serkan'ın babası hastanenin başhekimi. Aynı zamanda da beyin cerrahı."
Islık çalmamak için kendimi zor tuttum. Bazı insanlar aile konusunda normalden şanslı oluyordu. Bazıları da o şansı kendileri yaratıyor olmalıydı. Böyle bir hastanenin başhekimi olan bir kayınpederi vardı. Baba demesi kadar doğal bir şey yoktu ama bu durum neden onu bu kadar buruklaştırmıştı? "Benim babam maalesef hayatta değil." Aklımdaki soruları cevaplayan cümlesiyle yüzüme tanıdık bir hüzün çöktü. Şimdi o gülümsemenin altını neden dolduramadığını anlayabiliyordum. Yine de şanslıydı. En azından babasıyla vakit geçirebilmişti. Gerçi ne zaman kaybettiğini bilmiyordum. Yine de kim olduğunu bilmek bile bir şanstı değil mi?
"Başınız sağ olsun hocam."
Taziyemi kabul ederken kolumu sıvazladı. "Teşekkür ederim Eflalciğim." Dokunuşu bir an için çok tanıdık bir sıcaklık hissetmeme neden oldu. "Benim hayatımı bırakalım şimdi. Sen burada ne arıyorsun?" Sesinde de hala anlam veremediğim ama bana bir hayli tanıdık gelen bir burukluk vardı. Saklamak istediği şey sadece sağlığı değildi belli ki. "Arkadaşımın annesi kaza geçirdi," dediğimde endişesi sesinden okunur bir şekilde "Çok geçmiş olsun. Durumu nasıl?" diye sordu.
"Kritikmiş. Şu an yoğun bakımda."
Derin bir ıstırap çekiyormuşçasına üzerine kara bulutlar üşüştü ve hüznü yüreğimi dağladı. Söylediğim hangi kelimenin onda bu denli yara açtığını düşündüm. O ise ölümcül bir yaraya müdahale etmek için yaklaşan birinin titizliğinde "Yapabileceğim bir şey var mı?" diye sordu. "Eğer varsa çekinme söyle. İstersen babamla konuşabilirim."
Minnettar bir tebessümle teşekkür ettim. "Eşi onunla ilgili her şeyi düşünmüştür eminim hocam." Ebru Hoca itiraz edecekmiş gibi duran bir bakışla telefonunu eline aldı. "Olsun," diyerek bir numarayı tuşlarken "Adı soyadı ne?" diye sordu. "Ben yine de babama bildireyim. Belki gözden kaçan bir şey vardır."
Böyle bir hastanede gözden kaçan bir şey olacağını sanmıyordum. Eminim ki tüm imkânlarını seferber edip hastalarını kurtarmaya çalışıyorlardır. Yine de Ebru Hoca'nın uzattığı yardım elini geri çevirip onu kırmamak adına "Nagehan," dedim ve soyadını düşünmek için birkaç saniyelik sustum. "Nagehan Erdem. Evet. Ertan Erdem'in eşi."
Tüm hareketlerini ve düşüncelerini bir anda donduran büyülü bir kelime söylemişim gibi bana baktı. Hayat, vücudundan akıp gitmiş ve sanki onu plastik bir mankene dönüştürmüştü. Dokunsam yıkılacak gibiydi. Kulağına götürdüğü telefonun ucundan gelen gür sesin telaşı ortadaydı.
"Hocam iyi misiniz?"
Bunu olabildiğince sessiz sormuştum ama Ebru Hoca derin bir uykudan uyandırmışım gibi irkildi. Gözlerini etrafta dolaştı. Sanki nerede olduğunu bir süreliğine unutmuştu. Hırıltılı bir sesle "Evet," diye cevap verdi. Sesi onu tatmin etmemiş olacak ki gırtlağını temizledi. "Evet." Bu evet daha kendinden emin çıkmıştı. "Soyadlarımız aynı. Bir an için tanıdığım biri mi diye düşündüm ama çıkaramadım." Bunu söylerken bile hala düşünüyor gibiydi. Anlıyorum der gibi başımı salladım. İfadesinde bir gülümseme görür gibi oldum ama tam emin olamadım. Telefondaki yana yakıla Ebru hocaya ulaşmaya çalışan gür sese"İyiyim," diye cevap verdi. Ardından da hala odasında olup olmadığını sordu.
"Viziteye çıkmadan seninle bir şey konuşmam gerekiyor. Hemen geliyorum."
Telefonunu kapattı. "Eflalciğim, ben arkadaşımın annesinin durumunu babamla konuşacağım. Yardım edebileceğimiz bir şey olursa elimizden geleni yaparız." Titreyen elleriyle sıkıca kavradığı telefonu bir türlü montunun cebine sokamadı. "Tekrar geçmiş olsun. Okulda görüşürüz."
Yanımdan o kadar hızlı ayrıldı ki, gözden kayboluşu saniyelerini almadı. O sırada koridorun önünde mıhlanmış sarışın kızı fark ettim. Ebru Hoca'nın adımlarını o nazar mavisi gözleriyle takip ediyordu. Neyse ki hoca sağ salim gözden kaybolmuştu. Efsa bakışlarını bana doğru çevirdi. 'Şimdi de nazar sırası bende mi?' diye düşünürken yüzündeki çarpılmış bir ifadeyi gördüm. Kaşları çatık, bakışları karmaşıktı. Kızgın değildi ama bu ifadesi beni huzursuz etmeye yetmişti. Aile işlerine karıştığımı falan mı düşünüyordu? Hoş o mesafeden bizi duyması imkânsızdı. Duyduysa da umurumda değildi. Ne o, ne de ailesi... Arada Hayal olmasa onun ailesi neden beni ilgilendirsin ki zaten...
Aramızda oluşan sessiz göz bağını koparıp yürümeye başladım. Arkamdan gelip gelmediğini kontrol etmek istesem de ilgileniyormuşum gibi görünmek daha cazip geldi.Duruşumu dikleştirdim ve her ihtimale karşı nazara gelmemek için dikkatli olmaya çalıştım. Adım adım ciddiyete yürüyor gibi hissediyordum. Yoğum bakım ünitelerinin olduğu alana yaklaştıkça azalan müzik ve ölümcül bir sessizliğe sahip koridorlar ürpermeme neden oldu. Daha önce hiçbir hastanenin bu kısmında bulunmamıştım. Ölüm ve yaşam arasında gidip gelen bir yakınım hiç olmamıştı. O umutsuz beklentiden filizlenmeye çalışan umudun yüreğe nasıl bir acı verdiğini hiç tecrübe etmemiştim ama şu anda ortama hakim olan suskun havayla bunu iliklerime kadar hissediyordum.
Birkaç kapıyı karşılayan bekleme alanındaki kalabalığa doğru yürüdüm. Nagehan Hanım'ın bu kadar seveni olduğu düşünmezdim. Hoş, belki tüm bu insanlar Ertan Bey'e destek olmak içinde burada buluyordu. Adım seslerimle tanıdığım, tanımadığım birçok yüz bana doğru çevrildi. Saniyelik hareketlerdi bunlar. Sadece kimin geldiğine bakıyor olsalar da tüm dikkatler benim üzerimdeymiş gibi tenim karıncalanmaya başladı.
Bizimkilerin nerede olduğuna bakarken Ertan Bey gözüme çarptı. En son gördüğüm adamla yakından uzaktan alakası yoktu. Hala dik duruşunu sergiliyordu ama mahvolmuş, yıkık bir adamın suretine sahipti her bir köşesi. Solgundu, zayıflamıştı. En az 5 yıl yaşlanmış, saçlarındaki aklara yenileri eklemişti. Yüzümdeki çizgilere daha fazlası...
Oturduğu koltukta, kollarını göğsünün üzerinde sıkıca bağlamış, gözünü karşıdaki bir noktaya dikmişti. Yanındaki insanlar konuşuyor, ara ara kendi aralarında gülüşüyordu. Moral vermeye çalıştıklarının farkındaydım. Onların ise gözden kaçırdıkları ayrıntı Ertan Bey'in bunların hiçbirine dâhil olmamasıydı. Yolunu kaybetmiş gibiydi ve tek pusulası sessizlikmiş gibi çevresindeki uğultudan rahatsız görünüyordu.Bir kurtarıcı edasıyla fısıltıları bile kafa şişiren gruba doğru yöneldim.
"Geçmiş olsun Ertan Bey."
Kulağının dibindeki muhabbetler ya da kafasındaki kördüğüm olmuş düşünceler. Nedeni ne olursa olsun beni duymasını engellemişti.Tekrar seslendim. Yanındaki birkaç göz üzerime çevrildi ama asıl ulaşmak istediğim insan kıpırdamamıştı bile. Sanki çevresindeki seslere sağır olacağı bir duvar örmüştü. Son kez seslendim. Derin bir uykudan uyanırcasına iç çekti. Başını önce yanındakilere ardından bana çevirdi. Yıkık görüntüsünün gölgesinde kalan gözleri saniyelik bir parıltıyla beni selamladı. Sanki burada olmamı beklemiyordu ya da beklediği tek kişi benmişim gibi şaşkın bir heyecanla bakıyordu. Bu tuhaftı.
"Biraz konuşabilir miyiz?"
Başını onaylarcasına salladıktan sonra eski pozisyonunu aldı. Çevresindekilerden müsaade isteyip, koca koca adamları itekleyerek kendime yer açtım ve tam dibine oturdum. Rahatsız homurtular kulağıma çalındı. Onlara inat oturduğum koltuğa daha da yerleştim. Çantamı yanıma koyarken gitmeleri gerektiğini belli eden ters bir bakış attım. Neyse ki çevresi düşüncesiz olsa da akıllıydı. Vermek istediğim mesajı alan herkes çil yavrusu gibi ortamdan dağılıyordu. Kollarımı aynı onun gibi göğsümün üzerinde bağlayıp arkama dayandım. Gözlerimi de baktığını düşündüğüm kapıya odakladım. Aramızda gittikçe kalınlaşan bir sessizlik oluştu.
"Konuşmak istediğini söylemiştin."
Başımı ona doğru çevirdim. Profilden kızına ne kadar benzediğini fark ettim. Sanki her bir hattı kalemle çizilmiş, kızına kopyalanmıştı. Ne kadar şanslıydı. Bir gün babasını kaybederse, özlediği her an aynada onu hayal edebilirdi. "Ben mi yanlış anladım?" Bana doğru dönmesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Morali tebessümümde bulmasını umarak "Böyle anlarda susmak en çok kullandığım iletişim şekli sanırım," dedim. "Eminim size birçok konuda yardımcı olmuşumdur."
Yüzüne yansıtmamayı tercih ettiği gülümsemeyi gözlerine taşıdı. Minnettar bir tonda teşekkür etti. Bundan yüz bularak "Nasılsınız?" diye sordum. Böyle anlarda sorulması gereken en saçma soruydu ve ben yine Eflalliğimi konuşturmuştum. Ertan Bey'in gözleri gülümsemesinin arttığını belli edecek gibi hafifçe kısıldı.
"Olması gerektiği gibi."
Cevapları beni daha çok soru sormaya teşvik ediyordu. Sormamam gereken türdeki sorulara... Sevdiğin biri ölüme bu kadar yakınken hissetmen gereken şey neydi? Korku mu? Telaş mı? Üzüntü mü yoksa umut mu? Anılarımı kurcalayarak beş yaşındaki halimi, o lunaparktaki geceyi, annemin son cümlelerini ve veda eden bakışını zihnimin kuytularından çıkarmaya çalıştım. Üzerine öyle anılar yığmıştım ki o anları hatırlamak imkânsız gibi geliyordu.
"Peki, bu his nasıl bir şey? Yani olması gereken his."
Ertan Bey böyle bir şey sormamı beklemiyormuş gibi kaşlarını çattı. Bir an yanlış bir şey sormuşum gibi panikledim ve kendimi açıklamak istercesine "Yani daha önce böyle bir olay başıma gelmediği için soruyorum," diye ekledim hızlıca. Ertan Bey'inse ifadesi değişmedi. "Daha önce birini kaybetmenin eşiğine gelmediğinden mi bahsediyorsun?" Cevap veriyor olsa da hala söylediğim şeyi düşünüyor ve düşünceleri zihninde tartıyor gibi bakıyordu. "Anneni kaybettiğini söylemiştin."
İlk zamanlar adını duyduğumda bile heyecanlandığım, hala yaşadığını düşündüğüm annemin yokluğuna alışalı ve ölümünü kabulleneli yıllar olmuştu. Gözyaşları, ıstırabın sessiz sözleriydi ve benim göz pınarlarım artık kupkuruydu. Acıyı kalbime misafir etmeyi bıraktığımdan beri, anne kavramı benim için babadan farksızdı.
"5 yaşındaydım. O zamanlar ölmenin ne demek olduğunu bile bilmiyorsunuz ki nasıl hissettirdiğini çözesiniz."
Yine de bir yanım eksiklikten kalma buruktu işte."Anneni nasıl kaybettiğini hatırlıyor musun?" Söylediklerim Ertan Bey'in ilgisini çekmiş olmalıydı. Tamamen bana döndü ve merakla ağzımdan çıkacak kelimeleri beklemeye başladı. Bu garip bir huzursuzluk hissettirse de belki kendi konularından uzaklaşmak istiyordur diye düşündüm. Az önce yarım bıraktığım hafıza yoklamasına devam ederken'Şöyle böyle' der gibi başımı salladım.
"Annem beni ilk kez lunaparka götürmüştü. İlk ve son kez."
Bunu sesli olarak söylemek hala ağzımda acı bir tat bırakıyordu."Çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. Beş yaşındaki bir çocuk ne kadar mutlu olabilirse o kadar çok yani." Buruk bir tebessümle "Dünyadaki en şanslı çocuk olduğumu düşünüyordum. Her oyuncağa binmiştim, her istediğimi yemiştim ve annemi ilk kez eğlenirken görmüştüm," dedim. Ertan Bey sorgular bir şekilde kaşlarını çattı. Neden böyle bir şey söylediğimi merak etmiş olmalıydı.
"Annem, hayatını derin bir mutsuzluğun gölgesinde yaşayan bir kadındı. Bunu taşıyamadığı içinde ölmeyi tercih etti."
Sahipsiz olmanın verdiği öfke, sahipsiz bırakanın üzerinde büyüyordu.Sitemli nefesimi dışarıya birkaç seferde üflerken suya hasret pınarlarım doldu taştı. Cam kırıkları gibiydi bazen kelimeler. Sussan belki canın acıyordu ama bir süre sonra alışıyordun. Konuşursan da kanıyordu işte. Hani kurumuştu bu pınarlar?!
Ertan Bey'in yaşadığı şaşkınlığı yüzünden çok "İntihar mı etti?" diye soran sesinden anladım. Fakat bu hissi uzun sürmedi. Başımı yarım yamalak bir evetle sallamam bam teline basılmış gibiydi.Kızgın gözleri benimkilerle buluştu. Yüz ifadesinden kafa karışıklığı belli oluyordu.
"İntihar mı etti?!Nasıl böyle bir şey yapabilir? Neden?!"
Adeta göğsünden bir kükreme yükseldi. Sesi daha önce duymadığım biçimde öfke doluydu ve bu için için kanayan öfke bekleme salonunun duvarlarına çarpa çarpa tüm alana yayıldı. Hiddetle ayağa kalktı. Bu hareketiyle tüm bakışlar bize döndü. Bel kemiğimden aşağıya doğru istem dışı bir ürperti indi.Mert'in bana seslendiğini işitiyordum ama tepki veremeyecek kadar uyuşmuştum. Ertan Bey'in böyle bir tepki vermesi için gerçekten yarasına dokunmuş olmalıydım. İçeride sinsi bir uğultu yükseldi. Nagehan Hanım'ın intihar ettiğiyle ilgili çıkarım yapanlar yüzünden dona kaldım. Yoksa Ertan Bey'in bu kadar tepki vermesi....
"Baba?"

ANA DİLİM AŞKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin