"BÖLÜM III"

8.6K 574 313
                                    

"Dilem... Taş kalbimin ilacı..."

Birkaç gün önce...

Sarp dağların çevrelediği küçük ama köklü bir kasabaydı Boranlı. Adını, kışın sert esen rüzgârından ve insanın tenini ısırıp geçen kılıç gibi keskin soğuğundan alır. Kasabanın en yaşlı insanları, uzun ömürlerinin sırlarını, insanı her daim dinç tutan bu keskin soğuğuna ve dağlardan esen o boran fırtınasına bağlarlar. Tepelerdeki karların erimesiyle inceden şelâleler dökülür eteklere doğru. Toprağı uyandıran bir nevi can suyudur bu. İlkbahar gelip de dağlar yeşermeye başlayınca tıpkı kırlarda olduğu gibi yöre halkının da yüzünde güller açar ve Boranlı için hayat, işte tam da bu zamanda başlar.

                           %%%

Arnavut kaldırımlarıyla döşeli kasabanın göbeğindeki kahvehanenin önü yine her gün olduğu gibi kalabalıktı. Genç yaşlı kasaba eşrafı, öğlen sıcağının eziyetine, kahvenin tentelerinin altındaki gölgelikte çare arıyorlardı.

"Yavız be! Sening oğlan ne etti şu askeelik işini? Bi' gitti gidiş o gidiş... Ni zıman dönüş gısmetse? Hadin, gurbanı gesmiyoz mu gari?" Köyün demirbaş muhtarı, Babillerin on yedi göbek torunzâdesi Yusuf'un sesiyle irkilen Yavuz, karşısındaki arkadaşına dalan gözlerini çevirip yan masada tavlaya tutuşan adama baktı.

"Ah be Muhtar ne deyim, bilmem ki? Doğru dersin, bizim uğlan askeeğ ocağını pek sevdi. Sankim anca teskerede görüveğcez yüzünü..." Yavuz'un yöre şivesiyle verdiği bu cevaba hafiften kıkırdayan Yusuf, elindeki zarları tavlaya fırlatıp, "Düşeş!" diye bağırdı ve pulları yerlerine dizerken sevinçle haykırdı.

"Hayırlısı olsun be Yavız, tasalanma... Çoğu gitti azı galdı, ne etçen gari..."

"Tasalandığım yok be Yusuf, bi' ondan eminiz ki çok şükür rahatı, huzuru yerinde... Sadece özlemi vaa işte, o kadağ..."

"Ee... Olcek o kadağ, ıstırap çekmesen onun adı gatlanmak oluğ mu heç?"

"Öyle öyle... Gatlanmak, ana babanın alnının yazgısı bi' yeğde, ne edelim?" Yavuz, ilgisini sohbetten çekip tekrar önüne döndü. Kırk yıllık arkadaşı Muzaffer, hâlâ elindeki gazeteyle haşır neşirdi ve orada öylece oturup onu beklemek sıkıntısını iyiden iyiye arttırmıştı.

"Amma da daldın gazeteye be Çavuş'um, bekle bekle içim şişti yeminle." Yavuz öne doğru eğilip arkadaşının elindeki gazeteye küçük bir fiske attı. "Yeter artık, bırak şunu, oku oku hep aynı haber. Memleketi sen mi kurtarıcan? Dön şuraya da iki lafın belini kıralım..."

Çavuş'um! Muzaffer, arkadaşının bu seslenişiyle irkildi. Kırk yıllık ahbap olmalarının yanı sıra bir de asker arkadaşı olmalarının verdiği bir hitaptı bu. Yavuz, ne zaman arkadaşının böyle uzaklara daldığını fark etse hemen askerî hiyerarşiyi ortaya sürüp dikkatini çekmeye çalışırdı.

Yavuz'un sitemli sözlerine az çok hak veren Muzaffer Çavuş, geriye doğru yaslanarak derin bir iç çekti. Arkadaşı haklıydı. Bu küçük kasabada da dünyada da her gün bir öncekinin aynıydı. Gazete yine bir sürü kaza ve cinayet haberleriyle doluydu. Daha üçüncü sayfaya bile gelmeden hayattan soğumuştu.

"Doğru dersin Yavuz Onbaşım, aynı haberler, aynı dertlerle gün dolduruyoruz. Bizimki de alışkanlık olmuş bir yerde ne yaparsın..."

Yavuz, düşünceli bir şekilde kafasını salladı. Sarımtırak tenindeki çiller, yazın kavurucu sıcağının etkisiyle daha da koyulaşmıştı. Kasketini kafasından sıyırıp, sıcaktan ıslanmış seyrek saçlarını geriye doğru sıvazladı.

BORANLI (Tamamlandı)Место, где живут истории. Откройте их для себя