KRAL KIZININ İĞNELERİ - 18

787 73 30
                                    

Veda sonrası sessizliği iyi bilirdi dağlar

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.

Veda sonrası sessizliği iyi bilirdi dağlar. Yankıların dillerinden iyi anlarlardı. Başı sıkışana yaslanacak bir omuz olurlardı. Yine de insanın gözü, küçücük kırmızı renkli bir çiçeği arardı.

Azize ineklerin çanlarını duyunca sofradan kalktı ve kapıya koştu. Arkasından bağıran babaannesini dinlemiyordu bile. Karanlık koridor, tahta kapının açılmasıyla ışık huzmelerini misafir etti. "Geldiniz!" diye bağırdı küçük kız. Ayağında çorap yoktu, kara lastikleri giyip ineklerin yanına gitti. Serin yayla havası insanın içine işliyordu. Hayvanlar başlarını eğmiş, taze otlardan ve çiçeklerden oluşan kahvaltılarını ediyordu. Her sabah buradan da geçiyorlardı ve Azize her sabah onları görmek istiyordu. Kahverengi, sarı, siyah, beyaz renklerde farklı desenleriyle yavaş yavaş otluyorlardı.

"Cemal abi!" On beş yaşındaki Cemal, elindeki sopayı sallaya sallaya Azize'nin yanına geldi. Bu küçük misafir yayla evinin yeni sakiniydi. Azize çitlerin arkasındaki koyunları ziyaret ettiğinde görmüşlerdi birbirlerini. Sonra tanışıp, sohbet eder olmuşlardı. Sisin bir adım ötesini perdelediği günlerde bile Cemal hayvanları otlamaya çıkartıyordu. Azize'nin yanakları hem güneş hem de sis yüzünden kıpkırmızıydı. Dokundukça canı yanıyordu. Buna rağmen Cemal abisini kapıda karşılıyor, sobada sıcak ekmek pişmişse ikram ediyordu.

Cemal'in bir de atı vardı. Temiz, gürbüz bir hayvandı. Azize ve Mustafa bin bir ısrarla ata binmeyi başarmışlardı. Ayakları yerden kesildiğinde hissettikleri heyecanı ömür boyu unutmayacaklardı. Cemal ve ailesi az insan görür, kışın köye inerlerdi. Yayla zamanı gelen iki küçük çocuk evlerine neşe getirmişti. Hayvanların sütünden, yoğurdundan ikram ediyor Mustafa ve Azize'ye yaylayı gezdiriyordu. Su kaynaklarını, yankılı kayaları, küçük hayvanları ve girilmesi yasak olan mağaraları gösteriyordu. Vahşi hayvan çıkabilirdi. Bundan daha tehlikeli olan şey ise; aniden ortalığı sis kaplamasıydı. İşte o zaman yollarını bulamaz, kaybolurlardı. Gece olduğunda ya donar ya da yem olurlardı. Bu ihtimaller sebebiyle, hatta Mustafa bile, büyüklerinin sözlerinden hiç çıkmadılar.

Yalnızca yayla çayı topladılar. Bol bol koştular. Fakir halkın bir zamanlar yaşayıp sonrasında göç ettiği harabe evlere girip çıktılar. Efsaneler anlatıp, bulacaklarına inanarak hazine aradılar. Sis daima ıslattı, yaktı, üşüttü bazen de evlerin kapılarını kapattılar. En çok da bu dumanın uzaklara gittiği anlara sevindiler. Oturup ahşap pencereden bakınca sıra dağlar görünüyordu. Yemyeşil şeritler sıra sıra dizilmişti. Aşağılarda çam ağaçları vardı. Bir eteği süsleyen pileler gibi dizilmişlerdi. Azize'nin dedesinin evi yüksekte kalıyordu. Sert rüzgârı, çetin kışı sebebiyle bu yaylada ağaç bulunmuyordu.

Akşama doğru kızıl güneş dağların arasından veda ediyordu. Sobaya atılan odunun sıcaklığı, yorgun bakışları üzerinde topluyordu. Susmuş dillerden hikâyeler anlatılmıyordu. Hasan bey ve Rahime hanım bağırlarına bastıkları taşla oturmaktan başka bir şey yapamıyordu. Önceden yalnızca Mehmet giderdi, nerede olduğu bilinirdi. Yine endişe bırakırdı arkasında ama döneceği kesindi. Çiçek öyle miydi? Habersiz kaçışının üstünden üç ay geçmesine rağmen ne ses vardı ne de seda.

AzizeWhere stories live. Discover now